Akademide çalışmanın güzel taraflarından biri de zaman zaman toplantılara katılmak üzere görmediğiniz şehirlere gitme fırsatı bulmanızdır. Daha önce gitme fırsatı bulamadığım Kahramanmaraş’a da böyle bir toplantı vesilesiyle gitme şansım oldu. Çok istememe rağmen daha önce gidemediğim bu kahraman şehre ilk defa gitmiş olacaktım. Gidiş sebebimiz, İlahiyat fakülteleri Felsefe Tarihi 3. Koordinasyon toplantısına katılacak olmamızdı.
Kahramanmaraş’a karşı eskiden beri bir ilgim ve sempatimin olduğunu itiraf ederek başlamak istiyorum. Bunun iki sebebi vardı. Yazımı bitirdikten sonra üçüncü bir sebep daha ortaya çıktı. Sebeplerden ilki, Maraş’ın kurtuluş mücadelesinden sonra TBMM. tarafından ‘Kahraman’lık payesiyle onurlandırılmasıdır. Her Türk milliyetçisi, bununla gurur duymalıdır ve duymaktadır. İkinci sebep, ailevidir. Maraş şehrinin adını çocukluğumdan itibaren ailemizde sürekli duyardım. Rahmetli dedem Abdurrahman Derin’in (annemin babası) teyzesinin oğlu Esat Tunçel, Maraş Andırın’dan evli olduğundan, Maraş hakkında konuşulan bir takım kulaktan duyma bilgiye, Maraş mutfağından birkaç yemeğe ve bazı yemeklerinin ismine muttali idim. Mesela annem, zaman zaman içli köfte yapardı ve bunu Esat Bey amcasının eşi Zehra yengesinden öğrendiğini söylerdi. Esat Bey hakkında şimdilik çok kısa bahsedeceğim, kısmet olursa kendisini tanıtacağım başka bir yazıyı ilerde siz değerli okurlarımla paylaşacağım. Esat Tunçel 1907’de Erzurum’da doğmuş, mühendislik tahsili yapmış, Maraş’ta görevliyken oradan evlenmiş ve 1947 yılında Erzurum Nafia Müdürü olarak Erzurum’a gelmiştir. 1954 yılında Demokrat Parti’den Erzurum milletvekili olarak TBMM’de Erzurum’u temsil etmiş olan büyüğümüz, 1957 yılında yapılan seçimde aday olmamıştır. Esat Tunçel dedemiz, 1971 yılında Ankara’da vefat etmiştir. Onun eşinin Maraşlı olması, sık sık Maraş muhabbetine tanık olmama vesile olmuştu; bu sebeple de Maraş’ı merak eder dururdum. Çünkü Maraş hakkında anlatılanlarla Erzurum’un kültürünü birleştirdiğimde karşıma Erzurum kültürüyle kardeş bir şehir çıkıyordu. Üçüncü sebep de bu kültürel durumla ilgili olup, yazının bitiminde elime geçen bir makale ile somut olarak ortaya çıktı ve belli ki beni Maraş’a bağlayan asıl sebebin bu üçüncüsü olduğunu anlamış oldum. Şimdi o makalede yazılan bir bölümü buraya olduğu gibi aktarıyorum. (Yazıyı WhatsApp grubunda paylaşarak haberdar eden Prof. Dr. Hakan Hadi Kadıoğlu’na ve böyle bir yazıyı yazmasından dolayı Prof. Dr. Yavuz Aslan’a buradan teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.)
“Bilindiği gibi Erzurum Milli Mücadele tarihimizde oldukça önemli merkezlerden birisidir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanılan iki yıllık işgal ve akabinde Ermeni çetelerinin katliamları henüz taze iken Osmanlı Devleti’nin imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi ile ülkenin dört bir yanı işgal edilmeye başlanmıştır. İşgal acısı ve tehlikesini çok yakından bilen Erzurum ahalisi ülkenin işgaline sessiz kalmamış ve yurdun herhangi bölgesinin işgalini Erzurum’un işgali gibi telakki etmiştir. Nitekim 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali çeşitli ajanslardan ve resmi kanallardan haber alınır alınmaz Erzurum halkı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti öncülüğünde harekete geçmiş ve 18 Mayıs’ta Hükümet Konağı önünde bir miting düzenleyerek, bu işgali asla kabul etmeyeceklerini haykırarak, ABD Başkanı Wilson’a ve diğer İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları göndermişlerdi.
Erzurum halkı, ülkenin çeşitli bölgelerinin işgalini çok yakından takip etti. Erzurum’da çıkan ve Erzurum halkının düşüncelerine tercüman olan Albayrak gazetesi “Vilâyat-ı Şarkıye Ermenistan Olamaz!” ve “Türk Varlığından Ayrılık Kabul Etmeyen Vatan Bucaklarından: İzmir, Adana, Maraş, Urfa, Ayıntab” özdeyişlerini hemen her nüshasında kullanırken, işgale uğrayan her vatan köşesinin sıkıntılarını kendi derdi olarak gördü. Bir taraftan Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum)’deki Ermeni katliamlarını dile getirerek, burada yaşayan Türklerin haklarını savundu ve halkı uyararak onları büyüyen tehlikeler karşısında birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmeye teşvik etti, diğer taraftan İzmir, Adana, Urfa, Maraş, Antep ve Aydın’ın işgalleri karşısında en büyük tepkiyi gösterdi. Devamlı olarak manşetten aşağıdaki sloganı kullandı:
Vatan tûbâsında mukaddes bir dal
Şarkî Anadolu, İslam ocağı,
Ellere verilmez canan kucağı.
Adana, Urfa’yı unutmak muhal,
Hatırdan çıkar mı Maraş illeri.”
Bu sloganda 116. sayıdan itibaren işgalden kurtulan Maraş’ın yerini Aydın aldı. Çünkü Erzurum halkının ve onun sözcüsü Albayrak gazetesinin davası bütün vatandı. Mücadelesini, Türkiye’nin birliği ve bütünlüğünü savunmak ve işgaller karşısında Türk milletini uyarmak üzerine yapmaktaydı.
Milli Mücadele boyunca Erzurum halkı işgalleri protesto etmeyi sürdürdü ve her işgal edilen Türk toprağının acısını yüreğinde derinden yaşadı. İzmir, Aydın, Maraş, Adana, Urfa vs. yerlerin işgalleri sadece protesto edilmekle yetinilmedi, bu olayların canlı tutulması ve unutulmaması için özel çaba gösterildi.
Bu anlamda Erzurum Vilayet İdare Meclisi 15. Kolordu Komutanlığı’nın teklifi ile toplanarak, işgal edilen şehirlerin hatıralarının “ezhân-ı millîde ebediyen muhafazasını” (milli zihinlerde sonsuza kadar korunmasını) sağlamak için, Erzurum’un mesire alanlarından olan Köşk Bahçesi’nin adının “Aydın Bahçesi” ve İbret Yeri olan Belediye Bahçesi’nin adının ise “Maraş Bahçesi” olmasını ve ayrıca Ilıca kaplıcalarından “harareti haiz” olanının “Maraş”, diğerinin ise “Aydın Ilıcası” olarak adlandırılmasını kabul etti. Yani Şubat 1920 tarihinde Erzurum’da İl İdare Meclisi’nin aldığı bu kararla işgal altında bulunan Türk vatanının mümtaz şehirlerinden Aydın ve Maraş’ın isimleri Erzurum’da bahçe ve kaplıcalara verilerek genelde Türk milletinin özelde ise Erzurum halkının zihninde ebedileştiriliyordu.” (Prof. Dr. Yavuz Aslan, Şehrin Hafızasını Canlı Tutmak ve Geleceğe Taşımak: Erzurum’daki Bazı İsimlerin Yaşatılması Üzerine, Şehr-i Kadîm Aziziye Dergisi, Sayı: 8, Yıl: 2, Erzurum, 2016, ss. 42-45.)
Bu satırları okuyunca Maraş’a olan ilgimin kaynağı da anlaşılmış oldu. Çünkü çocukluğumun hatıraları arasında bahsi geçen yerlere Maraş adının verildiğini büyüklerimden duyduğumu da bu yazı vesilesiyle hatırlamıştım.
Nihayet o çok istediğim Maraş şehrini görme fırsatını 2014 yılında elde ettim. Ekim ayının dokuzuncu günü bir arkadaşımızın özel aracıyla üç kişi Erzurum’dan öğlen saatlerinde yola revan olduk. Bingöl üzerinden gittiğimiz Kahramanmaraş’a henüz kararan havayla birlikte yaklaştık. Doğrusunu isterseniz Maraş’ın ışıkları ve karanlık içindeki şaşaalı görüntüsü beni adeta büyüledi. Şehrin caddelerinde aracımızla ilerleyerek kalacağımız otele yerleştik.
Sabahleyin Sütçü İmam Üniversitesi’nin araçlarıyla Avşar Kampüsü’ne doğru yola çıktık. İlahiyat fakültelerinin geleneksel hale gelen ana bilim dalı toplantıları kervanına 2012 yılından itibaren Felsefe Tarihi ana bilim dalı olarak biz de katılmış bulunuyorduk. İlkini Ankara’da, ikincisini 2013 Erzurum’da yaptık. Ana Bilim Dalı Başkanı olarak ev sahipliği görevini şahsımın üstlendiği bu toplantıda, İlahiyat fakültelerinde aynı yıl iptal edilen ve sonra tekrar geri getirilen Felsefe Tarihi dersinin durumunu konuşma fırsatı bulmuştuk. 2014 yılında da Kahramanmaraş’a misafir olduk. Üniversite’nin o zamanki Rektörünün açılış konuşmasını yapması, bizleri onurlandırdı. İlahiyat Fakültesi’nin Dekanı Prof. Dr. Zekeriya Pak, gün boyu yaptığımız toplantıdan hiç ayrılmadı ve açılışta olduğu gibi kapanışta da bir konuşma yaparak bizi mutlu etti.
(İkinci Bölüm)
10 Ekim 2014 günü sabahtan akşama kadar ana bilim dalımızın problemlerini konuşup görüştükten sonra akşam, yine üniversitenin tahsis ettiği otobüsle Pınarbaşı olarak nitelenen devasa bir mesire alanına gittik. Avşar Kampüsü ile Pınarbaşı arası, aşağı yukarı yirmi, yirmi beş dakikalık bir mesafeydi ve araçla yol alırken, Maraş’ın tam anlamıyla bir büyükşehir olduğunu görme imkânı bulduk. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin konuğu olarak geldiğimiz bu alan, beni şaşırtacak kadar geniş bir mekândı. Pek çok insan, mangallarını ve semaverlerini yakmış, (o günlerde salgın ve buna bağlı yasaklar bulunmadığı için mangallar rahatça kullanılıyordu) akşamsefası yapıyorlardı. Bir Erzurum kır/seyir (bugünün nesli piknik diyor) kültürü olan semaverin artık ülkemizin her yerinde kullanıldığını görmek mutluluk vericiydi. Yemek yediğimiz yerden seyretmekte olduğumuz mesire alanının, gündüz gözüyle gördüğümüz ve zaten güzel olan görüntüsü, gece saatlerinde yakılan ışıklarla bambaşka bir güzelliğe bürünmüştü. Mesire alanı, rengârenk ışıklar cümbüşü eşliğinde seyrine doyulmaz bir manzara sergiliyordu.
Erzurum’da böyle bir güzellik niçin olmasın diye düşünmeden edememiştim. Sözgelimi Palandöken kayak tesislerine giden yolun iki yanında Maraş’takine benzer mesire alanları yapılamaz mıydı? Ya da Kiremitlik Tabya, Aziziye ve Mecidiye Tabyalarının bulunduğu Topdağı mevkii, insanımızın gidip de dinlenebileceği, hoşça vakit geçirebileceği birer dinlenme ve kır sahası haline getirilemez miydi? diye geçirdim içimden ve sadece hayıflanmakla kaldım.
Kahramanmaraş’ta bu şehre mensup dostlarımız vardı. Prof. Dr. Mehmet Özkarcı, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kök, Yrd. Doç. Dr. Necati Demir… Necati Bey, Kahramanmaraşlı değerli hocamız Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi ile birlikte toplantının ev sahipliğini yaptığı için iki gün boyunca bir arada olacaktık. Bu nedenle uzun zamandır görüşemediğimiz diğer dostlarımı aradım. Sanat Tarih Profesörü olan Mehmet Özkarcı hoca, talebelik yıllarıyla birlikte 18 yıl kaldığı Erzurum’dan memleketi Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne nakletmişti. Şimdilerde Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Dekanı olarak görevine devam etmekte olan Özkarcı’nın Sanat Tarihi alanında yaptığı çok değerli çalışmaları bulunmakta. Erzurum’dayken alanıyla ilgili terimleri topluyordu. Bir sanat tarihi terimleri sözlüğü yapmak niyeti vardı; ama bunu gerçekleştirip gerçekleştiremediğini maalesef bilmiyorum. Özkarcı hoca, şehir dışında bir sempozyumda olduğunu söyleyince görüşemeyeceğimiz anlaşıldı üzüldük, ama kısmet değilmiş diyerek teselli bulduk.
Bir başka değerli dostum ve ağabeyim, Atatürk Üniversitesi’nden meslektaşım, Sütçü İmam Üniversitesi’ne nakledip oradan emekli olan Dr. Mustafa Kök’ü aradım. Kahramanmaraş’ta olduğumu söyleyince akşamın saat 10.00’unda evinden kalkıp bulunduğumuz yere geldi. Hasret giderdik, birlikte bir pastanede oturarak dondurmalarımızı yedik ve eski günleri yâd ettik. Dr. Mustafa Kök, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü mezunu olup uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Felsefesi alanında Öğretim Görevlisi kadrosuna atanmış ve bu ana bilim dalında “Nurettin Topçu’nun Din Felsefesi” başlıklı yüksek lisans ve “Mistik Dünya Görüşü ve Bergson” başlıklı doktora tezi yapmıştı. Her iki kitap da Dergâh yayınları arasından yayınlanmıştı. Erzurum’dayken ailece görüştüğümüz Mustafa Ağabey’in engin bilgi ve tecrübelerinden çokça istifade ettiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.
Doç. Dr. Necati Demir ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu olup, kendisiyle doktorası vesilesiyle tanışmıştık. Doktorasını Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olarak Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü’nde “Ernst Cassirer’in İnsan Felsefesi” adıyla yapmıştı. Buradaki satırlara sığamayacak kadar candan bir dost ve arkadaş olan Necati Bey, Enstitü’nün değiştirilen yönetmeliğinden kaynaklanan bazı sıkıntılar yaşadığı için doktorantlığı bir ara kesintiye uğramıştı. Yönetmelikteki yanlış anlaşılmalar biraz geç de olsa doğru şekilde anlaşılınca hazırladığı doktora çalışmasını savunabildi ve unvanını aldı. Oldukça başarılı bir çalışma olan bu tez, maalesef henüz basılmadı; kanaatimce bu çalışmanın bir an önce yayınlanıp, Türk felsefe çalışmalarına katkı sunacak hale gelmesi gerekmektedir. Necati ağabeyinin, bu çalışması dışında felsefe üzerine değerli çalışmaları olduğundan haberdarım.
Hiç kuşku yok ki felsefe alanında en tanınmış Kahramanmaraşlı hocamız, Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi’dir. 1947 yılında bu şehirde doğan, ilk ve orta öğrenimini yine Kahramanmaraş’ta tamamlayan değerli üstadımız, 1974 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi ve 1980 yılında da Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştur. İkinci fakültesinde okurken aynı zamanda Prof. Dr. Necati Öner’in danışmanlığında yürüttüğü “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri” konu başlıklı tezini, bu ikinci fakülteden mezun olduğu yıl tamamlayarak, Doktor unvanı da almıştır. 1983 yılında Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent, 1992’de Profesör olmuş, 1996 yılında hocası ve felsefe-mantık alanındaki bütün hocaların hocası olan Prof. Dr. Necati Öner’in davetiyle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne nakletmiş ve buradan emekli olmuştur. Halen fakültede lisansüstü dersler veren değerli üstadımız, aynı zamanda yine hepimizin hocası olan Prof. Dr. Necati Öner’in kurduğu Türk Felsefe Derneği’nin de Başkanlığını yürütmektedir. Korlaelçi hocamız, telif, tercüme ve makale olmak üzere çok sayıda çalışmasıyla Türk felsefe dünyasına nice katkılar sağlamıştır. , Kahramanmaraş kültürünü yaşamaya ve yaşatmaya devam etmekte olan değerli hocamız Murtaza Korlaelçi Bey, her yaz mevsimini memleketinde geçirmektedir, Korlaelçi hocam, bahse konu Kahramanmaraş felsefe toplantımızın da hem mimarlarından biridir, hem de bu seyahat sırasında bizlere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendisini buradan saygı ve muhabbetle anmadan geçemeyeceğim.
Kahramanmaraş’ta başka memleketlerden olan daha birçok hocalarımız ve arkadaşlarımız olmasına rağmen yazımızın amacı Maraş’ı anlatmak olduğundan dolayı bu bahsi burada tamamlayıp sadede gelmek istiyorum.
O akşam geç saatlere kadar muhabbet ettikten sonra ertesi sabah, yine Üniversite’nin otobüsüyle şehir gezisine çıktık. İlk durağımız Kahramanmaraş Kalesi oldu. Kale’de dalgalanan bayrağımızın hemen alt kısmındaki levhada “28 Teşrini Sani 335 (28 Kasım 1919) Cuma günü, Türk-Maraş; silah gücü ile inen bayrağını, iman gücü ile yeniden dalgalandırdı.” İbaresi vardı. İşte o andan itibaren Maraş’ın Ermenilerce nasıl zulümlere uğradığını öğrenmeye başladık. Kalede panoramik bir müze kurulmuş; o yılların Maraş’ının tasvir edildiği bu müzede görevli bir memur, bizlere o günlerde yaşananları, üç boyutlu minyatür bir şehir manzarasında tek tek göstererek anlattı. Burada onun söylediği olayları anlatmak, sayfalar süreceği için çok kısa olarak şöyle özetleyebilirim. Şehirde Türklerle birlikte yaşayan Ermeniler, Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizlerden kendilerini korumalarını istemiş, İngilizler de şehri işgal etmiş. Ama İngiliz komutan bir araştırma yaptırınca Ermenilerin yalan söylediklerini anlamış ve şehri boşaltmış. Bu kez Fransızlar gelmiş ve Ermenilerin istekleri doğrultusunda hareket etmişler. Birkaç Ermeni ve Fransız’ın saldırısına uğrayan kadınları kurtarmak için ilk kurşunu Sütçü İmam sıkıp Ermeni ve Fransız askerlerini öldürmüş ve kurtuluş hareketini başlatmış. Daha sonra Fransızlar, kaledeki Türk bayrağını indirip Fransız bayrağı çekmiş, Maraş halkı sabah namazında bunu görünce, şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek’in amcası Mehmet Ali Bey bir beyanname hazırlayıp oğluna bunu camilere asmasını istemiş. Halk bunu görünce iyice hayıflanmışlar. Ertesi günü Cuma namazına gelen Maraşlılara, Şeyh Halil Sezai Efendi, “Biz şu anda hür değiliz, bayrağımızın yerinde Fransız bayrağı var, bu nedenle bize Cuma namazı farz değil!” diyerek silahını alıp kaleye doğru yürümüş. Maraşlılar da arkasından gidip gönderdeki Fransız bayrağı yerine Türk bayrağını yeniden çekmişler. Böylece başlayan kurtuluş hareketi, başarıyla sonuçlanmış ve Maraş halkı, kendi kurtuluşunu kendisi gerçekleştirip tarihe altın harflerle yazılmayı hak etmişlerdir. Bunun mükâfatı olarak da bu güzel şehre 7 Şubat 1973 yılında TBMM’de çıkarılan kanunla Kahraman unvanı verilmiştir.
Bu unvanın veriliş hikâyesi de oldukça ilginç. Maraş’ın düşman işgalinden kurtuluşu, şehir halkının topyekûn direnmesi ile gerçekleşmiş, Maraşlılar 12 Şubat 1920’de kendi vilayetlerini kurtardıktan sonra çevre vilayetlerin de yardımına koşmuş ve onların da kurtuluşlarına destek vermişlerdir. Kurtuluş Savaşı sonrasında Maraş vilayetine bir yazı gönderilerek, Milli Mücadele’ye katılanların listesi istenmiştir. Şehrin ileri gelenleri toplanıp, aldıkları kararı Ankara’ya şöyle bildirmişlerdir: ”Maraş'ta Milli Mücadele’ye katılmayan tek fert bile yoktur.” 5 Nisan 1925 yılında toplanan TBMM. Maraş’taki her ferde birer İstiklal Madalyası verilmesi yerine bu madalyanın Maraş şehrine verilmesini kararlaştırmıştır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Maraş, TBMM. tarafından 7 Şubat 1973 yılında çıkarılan kanunla şehrin adına Kahramanlık unvanı verilerek ikinci defa ödüllendirilmiştir.
Maraş kalesinde o günlerde kullanılan bir top da vardı. Bu topla ramazan aylarında iftar ve sahur topu atıldığını öğrendik. Eskiden Erzurum’da da benzer bir topla aynı işlem yapılırdı. Önce topun atılması kaldırıldı. Top ne oldu bilmem ama şimdilerde yeniden eskiye dönme arzusuyla topsuz olarak ses bombasına benzer bir şey atılıyor.
Şimdi burada tekrar Erzurum’a dönmek istiyor ve Erzurum’da da Ermenilerin yaptıkları zulümleri anlatan bir müze kurulamaz mı? diye düşünüyorum. Çünkü Erzurum, bölgemizde Ermeni zulmüne en fazla maruz kalan şehirlerden biridir ve on binlerce Erzurumlu, Ermeniler tarafından hunharca katledilmiştir. Her bir katliam, ayrı ayrı filmlere, romanlara konu olabilecek kadar vahimdir. Ermeni iddialarıyla 1919’da Erzurum’a gelen Amerikan heyetine Erzurum Belediye Başkanı Zakir Bey’in “İşte şehrin dört bir yanında gördüğünüz bu mezarlar, sizin de anladığınız gibi Türk mezarlarıdır; şu ilerde gördüğünüz küçük mezarlık ise Ermenilere aittir. Bu keratalar ölülerini yemediler ya!” diye verdiği cevap, minyatürler halinde anlatılamaz mı? Giderek şehrimizin ve Erzurumlunun hafızası kayboluyor. Hafızamızı yeniden canlandırmak için bir şeyler yapmamız gerekmez mi? diye düşünüyor ve kendi kendime hayıflanıyordum.
Bu anlamda Kahramanmaraşlıları ve yöneticilerini tebrik etmek istiyorum. Buradan ayrılıp Sütçü İmam’ın ilk kurşunu sıktığı yeri ve kabrini, aynı yerin yakınında Ermeni komşusu tarafından evinin duvarı delinerek şehit edilen Hafız Veliyyüddin Efendi’nin kabrini de ziyaret ettik. Sonra yine şehir içerisinde otobüsle gezerek şehrin ne kadar planlı bir şekilde geliştiğini müşahede etme fırsatı bulduk. Eski Maraş ile yeni Maraş, birbiriyle barışık bir haldeydi. Eski evler korunmuş, terk edilip viraneye, metrukeye döndürülmemiş, onarılıp yaşatılmış. Şehir içerisindeki tarihi mekânları aracımızdan görme fırsatı bulduk ve Sultan Abdülhamit Han Camii’ne gittik. Bir tepe üzerinde inşa edildiği için şehrin her yerinden görülebilen bu cami, oldukça büyük ve yakın dönemde yaptırılan bu camide eski mimari üslup yansıtılmış. Oldukça etkilendiğimi belirtmeliyim. Oradan da ayrılıp şehrin her tarafının panoramik olarak seyredilebildiği bir tepe üzerine, bir terasa çıktık ve şehrin tüm güzelliğini oradan çaylarımızı yudumlayarak seyrettik. Kahramanmaraş beni şaşırtmaya devam ediyordu. Ancak o sırada şehrin üzeri yavaş yavaş bir toz bulutu ile kaplanmaya ve gökyüzü, güneşin yansımasıyla turuncu bir renk almaya başladı.
Daha sonra belediyenin bir başka tepede yer alan tesislerinde öğlen yemeğimizi yedik. Dönüşte TRT’de yayınlanan ‘Yedi Güzel Adam’ dizisinin çekildiği Maraş Lisesi’ne uğrayıp dizinin çekiliş anlarından birine de tanıklık ettikten sonra, şehir merkezinde otobüsten ve toplantıya katılan arkadaşlarımızdan vedalaşarak ayrılıp, başka bir şaşkınlığa doğru ilerledik.
Şehrin merkezindeki Kapalı Çarşı, eski Maraş’ın 2014’teki yansımasını gösteriyordu. Bu çarşı, beni hayretler içinde bıraktı. Aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bu çarşıdan hiç ayrılmak istemedim. Ne yoktu ki? Kurutulmuş sebze ve meyvelerden tazelerine, peynirden yoğurda, pastırmadan sucuğa, yemeniden cepkene, ceviz ağacından oyma sandıklardan hediyelik eşyaya, dondurmadan oyuncağa, kısacası iğneden ipliğe ne ararsanız bulabileceğiniz bir kapalı çarşı. Maraş Ulu Camii’nin hemen yanı başında, bedesten ile bakırcılar çarşısı arasında toplam 116 dükkândan oluşan ve on altıncı yüzyıla ait olduğu bilinen bu Osmanlı dönemi çarşısı, günümüzde albenisi ve ziyaretçisi çok yüksek olan AVM’lerin bir prototipi olarak kabul edilebilir. Çarşı, orta yerinde bulunan dua kubbesiyle dikkat çekiyor. Çarşıdan kurutulmuş dolmalık biber ve patlıcan, Maraş acı biberi gibi gıdaların yanında, çocukluğumuzda sıkça oynadığımız sapan ve topaç aldım. Böylece çocukluk günlerime, geriye doğru bir yolculuğa çıkmayı istiyordum. Nitekim öyle de yaptım. O zamandan bu zamana bahar aylarında fırsat buldukça topaç çevirmeye çalışıyor ve çocukluğuma dönüyorum. Zaman zaman eski günlere dönmenin keyfini yaşamayı herkese tavsiye ediyorum. Bu devasa çarşıdan bir de minik Maraş sandığı almayı ihmal etmedim. Maraş sandığı, cevizden oymalı bir tarzda yapılan ve Erzurum’da çok makbul olan bir sandık türü. Gelinlik kızların çehiz sandığı mutlaka olur. Ancak makbul olanı Maraş sandığıdır. Bizim evimizde de bu sandıktan mevcut. Rahmetli annemin çehiz sandığı. Maraş’tan satın aldığım, bu kocaman sandıkların küçültülmüş olanıydı.
Kapalı çarşıyı gezerken yine aklıma Erzurum’daki eski çarşıların yerinde yeller estiğini, Hacılar Hanı gibi birçok önemli ve eski çarşımızın maalesef değerlendirilemediğini gözümün önüne getirip üzüldüğümü hatırlıyorum. Erzurum’da nice hanlar olmasına rağmen bazı tarihi şehirlerimizdeki gibi değerlendirilememiş ve atıl vaziyette kalmış olmalarına halen yanıp yakılmaktayım. Gönlüm istiyor ki bunlar bir an önce tanzim edilerek turizme ve ekonomiye kazandırılsın.
İstemeyerek de olsa çarşıdan ayrılıp bir önceki akşam dondurma yediğimiz pastaneden Erzurum’a getireceğimiz dondurmalarımızı da alıp aracımızla yola revan olurken, Kahramanmaraş’ın beni ne kadar şaşırtmış olduğunu, küçük ölçekli bir büyükşehre gittiğimizi düşünerek çıktığımız yoldan geri dönerken, asıl küçük ölçekli büyükşehirde yaşayanların bizler olduğunu düşünmeden edememiştim.
Hiç kuşkum yok ki Kahramanmaraş, bir günde gezilecek kadar küçük bir şehir değil. Kısmet olur da bir kez daha gitmek nasip olursa, bu kez bu kahraman şehrimizi ve ilçelerini daha ayrıntılı bir şekilde dolaşmayı düşünüyorum. Bu ne zaman gerçekleşir, şimdiden tahmin etmek zor. Ya nasip, deyip geçelim.