Yazar Arif Altunbaş, geçtiğimiz günler de şöyle bir değerlendirme yapmış. Dünden, yarına içinde bulunduğumuz durumu doğru anlamak adına isterseniz önce onun kısa değerlendirmesini paylaşıp, sonra da kendi değerlendirmemize yapalım inşallah!

“Türkiye’nin başına ne geldiğini, Osmanlı’yla birlikte Türkiye’nin niçin ve nasıl durdurulduğunu, dolayısıyla tarih yapan bir aktörden, tarihte tatil yapan bir figürana nasıl dönüştürüldüğünü, kısacası Türkiye’nin yönünü, yörüngesini nasıl yitirdiğini, yönünün, yörüngesinin yegâne kaynağı medeniyet iddialarını nasıl terk ettiğini ya da terk etmeye zorlandığını ve Batılıların güdümüne nasıl girdirildiğini derinlemesine idrak edebilmeyi, bütün görünür görünmez boyutlarıyla görebilmeyi gerektirir.

Bu toplumun varlık sebebi İslâm’dır. Bu toplum Müslüman olduktan sonradır ki, sadece İslâm tarihini değil, dünya tarihini yapmaya başladı.(Bu cümleyi iyi düşünmek gerek, neden ve niçin sorularının cevabını bulmak gerekiyor)

Bunun sağlamasını yapmak hiç de zor değil. Kabaca iki bin yıllık insanlık tarihi boyunca, Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar iki büyük yolculuk gerçekleştirdik.

Müslüman olmadan önce gerçekleştirdiğimiz ilk yolculukta, pagan ve barbar Batılılardan farklı bir şey yapmadık! Türk olan Bulgarlara ve Macarlara bakmanız kâfi nasıl yok olduğumuzu görebilmeniz için. Ne Türklükleri kaldı ne de Müslümanlıkları…”

MİLLETİ YAŞATKİ DEVLET YAŞASIN DERLER YA!

Şimdi bu değerlendirmeyi okurken zihnimi kuşatan hadiseleri, okuduklarımı, doğru tarihin ışığında biraz açayım istedim.

Bu yazarımız Osmanlı Tarihini ve üzerimize oynanan oyunları çok iyi bilen, okuyan, doğru yorumlaya bilen birisi, belli ki tedirgin, belli ki milletini ve devletini çok seviyor ancak bununla birlikte tehlikelere karşı bazı önlemler alınmasını istiyor, bizleri uyarıyor.

Bende ona katılıyorum çünkü, bir düne bakıyorum birde bugüne. Düğünlerimizden tutunda, inancımıza varana kadar gerilemeler yaşadığımızı gözlemliyorum. Yoksa hastaneler, hapishanelere bu kadar ilgi olmazdı. Ateizm, deizm, uyuşturucu, terör, israf, ayrışma bilmem hangisini madde madde yazayım bilemiyorum.

Ama bu tedirginlikte güzel, aşırıya kaçmadan, çağı doğru okuyarak ortaya koymamız gereken öneriler de olmalıdır.

ÖNLEMLER ALINMALI

Yaşadıklarımız dünyevileşmenin bir ürünüdür bence ve bu da eğitim sistemimizin bir sonucudur veya yönümüzü değiştirmemizdendir diye düşünüyorum.

Bir defa batılılaşmaya doğru ortaya koymalıyız, batının ilmine, çalışkanlığına evet ama sekülerleşmeye hayır diyerek başlayalım. Biz Müslümanız! Ama gelinen noktada İslâmî kesimler güle oynaya sekülerleşiyor, İslâmî duyarlıklarını yitiriyor, hatta İslâmî kesimlerin çocukları deizme, ateizme doğru kayıyor...

Sonra İmam Hatiplerimiz ve kocaman Diyanet mensupları aklıma geldi, onlar ne yapar diye sormadan edemedim. Yapmayan beyler, hepimize bu olumsuz gelişmelerden mahşerde hesap sorulacaktır. İyiliği emredip, kötülükle mücadele etmemiz farz değil mi?

Toplum İslâm’ı kaybederse hiçbir şeyi kazanamaz, varlığını bile sürdüremez. İslam bu toplumun ruhudur, ruhunu kaybedenler yaşasa da ceset hükmünde olur.

Şunu söylemek istiyorum, giderek İslam’dan uzaklaşan bir nesil bizleri tedirgin ediyor!

Yusuf Kaplan’da dünkü yazısında bu konuya değinmiş, der ki: “Bir toplumu ayakta tutan yegâne dinamik ruhudur. Maddî ve manevî bütün saldırılara karşı bir toplumu koruyan dinamik de, bir toplumun her alanda ve her bakımdan atılım yapmasını sağlayan dinamik de.

İnsan, ruhuyla vardır ve ruhuyla yaşar. Toplumların da ruhu vardır. Ruhu olan, ruhu canlı ve diri olan toplumlar, kolay kolay yok olmazlar…”

Dirilişten söz ediyorsak, bu ancak can ve sevgi suyu veren İslam ile mümkündür, dolayısı ile nesillerimize sahip çıkalım.