Bu haftaki sohbetimizde gelecekle ilgili bazı öngörülerimi paylaşmak istiyorum.
Dünyanın geldiği nokta itibarıyla gelecekle ilgili beklenti ve kaygılarımız 2020 yılı başına kadar bugünden çok farklıydı. Teknolojinin geldiği noktadan gelecekle ilgili bazı öngörüler ve teknolojinin insanı yönetmeye yönelik ortaya konan hedefler sebebiyle gelecek nesiller için ebeveynlerin çok yoğun bir şekilde kaygılandıklarını tahmin edebiliyorum.
Ancak bugün itibarıyla bu korku ve kaygılar yerini bambaşka korku ve kaygılara bırakmış gözüküyor. 2019 yılı Kasım ayında Çin’de ortaya çıkan ve süratle tüm dünyayı etkisi altına alan virüs gelecekle ilgili tüm tasavvurlarımızı unutturup, yerine daha yoğun bir endişe ve korku ortamı bırakmış gözüküyor.
Ülkemizde ve dünyada hakim olan havayı değerlendirdiğimde bugün yaşadıklarımızın sadece bir başlangıç ya da ön hazırlık olduğunu, bundan sonra ki hedefin insanlığı daha sıkıntılı bir noktaya götüreceğini hissediyorum.
Son günlerde virüsün sürekli mutasyona uğradığı haberleri medya ve sosyal mecralar vasıtasıyla insanların zihinlerine adeta enjekte edilmeye çalışılıyor.
Dünya çeşitli zamanlarda farklı korku dönemlerini yaşamıştır. Yaklaşık bin yıl önce Haçlı seferleri sonucu sayısı bilinmeyen ancak milyonlarca olduğu varsayılan can kaybı yaşanmıştır.
Akabinde Cengiz han ve varislerinin özellikle İslam coğrafyası üzerinde önemli yıkımlara neden olduğu tarihi bir gerçek olarak biliniyor.
Farklı zamanlarda önemli sayıda can kaybına neden olan veba salgınları da olmuştur.
Birinci ve ikinci dünya savaşları sonucunda dünya uzun süren korku dönemleri yaşamıştır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile ise dünya yeni bir korku tüneline girmiş, akabinde geliştirilen nükleer silahlarla bu korku farklı bir boyuta geçmiş, bugün hala dünyayı tehdit eden en önemli argüman olarak gündemdedir.
Ancak bunların hiçbirisi insanlığı bugünkü gibi çaresiz bırakmamıştır. İşin en kötü yanı ise bu çaresizlik duygusunun her geçen gün içinden çıkılmaz hale geliyor olması.
Bir yandan hızlı şehirleşme, diğer yandan dijitalleşmenin getirdiği yeni hayat formatı insanları birbirine dokunma, gözlerine bakarak konuşma, tokalaşma ya da sarılıp birbirine pozitif enerji aktarma gibi insani davranışlardan yaklaşık bir yıldır tamamen uzaklaştırdı..
“Hayat eve sığar” martavalı ile aslında yeni gelecek salgın operasyonları için zemin hazırlanmakta, maalesef bizler bu durumu kanıksamış durumdayız.
“Hergün ölmektense, bir kere ölmek evladır” ya da “Korkaklar her gün ölür, kahramanlar bir gün ölür” gibi yaşam ve ölümle ilgili güzel özdeyişlerimiz vardır.
Dünyayı dizayn edenler ve kendi projelerini hayata geçirmekten vazgeçmeyi düşünmeyen, kendilerini değerli dünyanın nerdeyse % 90 nı değersiz gören zihniyetin bize dayattığı bu yeni dünya düzenini bir şekilde elimizin tersi ile itmeli, insanca yaşam hakkımızdan asla vazgeçmeyeceğimizi çok güçlü bir şekilde haykırmalıyız.
“Hayat eve sığar” diye bizleri eve kapatanların asıl hedefi paranoyak bir toplum inşa etmekten başka bir şey değil. Artık bunu görmeli ve ona göre tavır almalıyız.
Bakın şu anda toplumun psikolojik olarak ne durumda olduğunu bilmiyoruz. Gerçekten bu durum bir süre dada devam ederse geri dönülmez bir noktaya gelebilir. Salgın nedeniyle oluştuğu iddia edilen kayıplardan daha trajik olanları psikosomatik ya da diğer kronik hastalıklarda insan fıtratına aykırı bu eve kapatma nedeniyle çok daha fazla kayıplar söz konusu olabilir.
Evde ki hesap çarşıya uymayacaktır. “El atına binen tez iner” bizim şu an ki salgın süreciyle alakalı tavrımıza çok uyuyor. Ne zaman ineceğin belli olmayan ata binmemek gerek, hele atın yuları sende değilse o attan hemen inmek gerek.
Madem” Dünya beşten büyük” dedik, madem gönül coğrafyamız Adriyatik’ten Çin’e kadar, o zaman bu sözler salt söylem olarak kalmasın, kendi atımıza ve yuları elimizde olacak şekilde binelim, sonra pişman olmayalım.
Çünkü “ Son pişmanlık fayda etmiyor”.
Bir an evvel riskli grubu aşılayıp, çocuklarımızı yeniden okul sıralarıyla buluşturalım. Son bir yıldır, doktor ve Mühendis adayı olan öğrenciler online eğitim görüyor ve bu ülkemiz için büyük sıkıntılara neden olabilecek bir durum.
Cafe ve restoranlar bir süre daha kapalı kalacaksa gece ve hafta sonları sokağa çıkma yasaklarının bir gereği var mı. Açık alanda ya da kendi araçları içerisinde ailesiyle birlikte yolculuk edenlere maske zorunluluğu gibi uygulamalardan bir an evvel vazgeçelim. İnsanların piknik alanlarına gitmesi teşvik edip, piknik alanlarında mangal yakma yasağı gibi uygulamalara bir an evvel son verelim.
Ülkemizin ve bize umut bağlayan dünyanın mazlum milletleri için çalışmaya ve üretmeye mecburuz. Daha ne diyeyim ki.
Görüşünceye kadar sağlıklı kalan.