(İkinci Bölüm)
10 Ekim 2014 günü sabahtan akşama kadar ana bilim dalımızın problemlerini konuşup görüştükten sonra akşam, yine üniversitenin tahsis ettiği otobüsle Pınarbaşı olarak nitelenen devasa bir mesire alanına gittik. Avşar Kampüsü ile Pınarbaşı arası, aşağı yukarı yirmi, yirmi beş dakikalık bir mesafeydi ve araçla yol alırken, Maraş’ın tam anlamıyla bir büyükşehir olduğunu görme imkânı bulduk. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin konuğu olarak geldiğimiz bu alan, beni şaşırtacak kadar geniş bir mekândı. Pek çok insan, mangallarını ve semaverlerini yakmış, (o günlerde salgın ve buna bağlı yasaklar bulunmadığı için mangallar rahatça kullanılıyordu) akşamsefası yapıyorlardı. Bir Erzurum kır/seyir (bugünün nesli piknik diyor) kültürü olan semaverin artık ülkemizin her yerinde kullanıldığını görmek mutluluk vericiydi. Yemek yediğimiz yerden seyretmekte olduğumuz mesire alanının, gündüz gözüyle gördüğümüz ve zaten güzel olan görüntüsü, gece saatlerinde yakılan ışıklarla bambaşka bir güzelliğe bürünmüştü. Mesire alanı, rengârenk ışıklar cümbüşü eşliğinde seyrine doyulmaz bir manzara sergiliyordu.
Erzurum’da böyle bir güzellik niçin olmasın diye düşünmeden edememiştim. Sözgelimi Palandöken kayak tesislerine giden yolun iki yanında Maraş’takine benzer mesire alanları yapılamaz mıydı? Ya da Kiremitlik Tabya, Aziziye ve Mecidiye Tabyalarının bulunduğu Topdağı mevkii, insanımızın gidip de dinlenebileceği, hoşça vakit geçirebileceği birer dinlenme ve kır sahası haline getirilemez miydi? diye geçirdim içimden ve sadece hayıflanmakla kaldım.
Kahramanmaraş’ta bu şehre mensup dostlarımız vardı. Prof. Dr. Mehmet Özkarcı, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kök, Yrd. Doç. Dr. Necati Demir… Necati Bey, Kahramanmaraşlı değerli hocamız Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi ile birlikte toplantının ev sahipliğini yaptığı için iki gün boyunca bir arada olacaktık. Bu nedenle uzun zamandır görüşemediğimiz diğer dostlarımı aradım. Sanat Tarih Profesörü olan Mehmet Özkarcı hoca, talebelik yıllarıyla birlikte 18 yıl kaldığı Erzurum’dan memleketi Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne nakletmişti. Şimdilerde Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Dekanı olarak görevine devam etmekte olan Özkarcı’nın Sanat Tarihi alanında yaptığı çok değerli çalışmaları bulunmakta. Erzurum’dayken alanıyla ilgili terimleri topluyordu. Bir sanat tarihi terimleri sözlüğü yapmak niyeti vardı; ama bunu gerçekleştirip gerçekleştiremediğini maalesef bilmiyorum. Özkarcı hoca, şehir dışında bir sempozyumda olduğunu söyleyince görüşemeyeceğimiz anlaşıldı üzüldük, ama kısmet değilmiş diyerek teselli bulduk.
Bir başka değerli dostum ve ağabeyim, Atatürk Üniversitesi’nden meslektaşım, Sütçü İmam Üniversitesi’ne nakledip oradan emekli olan Dr. Mustafa Kök’ü aradım. Kahramanmaraş’ta olduğumu söyleyince akşamın saat 10.00’unda evinden kalkıp bulunduğumuz yere geldi. Hasret giderdik, birlikte bir pastanede oturarak dondurmalarımızı yedik ve eski günleri yâd ettik. Dr. Mustafa Kök, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü mezunu olup uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Felsefesi alanında Öğretim Görevlisi kadrosuna atanmış ve bu ana bilim dalında “Nurettin Topçu’nun Din Felsefesi” başlıklı yüksek lisans ve “Mistik Dünya Görüşü ve Bergson” başlıklı doktora tezi yapmıştı. Her iki kitap da Dergâh yayınları arasından yayınlanmıştı. Erzurum’dayken ailece görüştüğümüz Mustafa Ağabey’in engin bilgi ve tecrübelerinden çokça istifade ettiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.
Doç. Dr. Necati Demir ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu olup, kendisiyle doktorası vesilesiyle tanışmıştık. Doktorasını Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olarak Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü’nde “Ernst Cassirer’in İnsan Felsefesi” adıyla yapmıştı. Buradaki satırlara sığamayacak kadar candan bir dost ve arkadaş olan Necati Bey, Enstitü’nün değiştirilen yönetmeliğinden kaynaklanan bazı sıkıntılar yaşadığı için doktorantlığı bir ara kesintiye uğramıştı. Yönetmelikteki yanlış anlaşılmalar biraz geç de olsa doğru şekilde anlaşılınca hazırladığı doktora çalışmasını savunabildi ve unvanını aldı. Oldukça başarılı bir çalışma olan bu tez, maalesef henüz basılmadı; kanaatimce bu çalışmanın bir an önce yayınlanıp, Türk felsefe çalışmalarına katkı sunacak hale gelmesi gerekmektedir. Necati ağabeyinin, bu çalışması dışında felsefe üzerine değerli çalışmaları olduğundan haberdarım.
Hiç kuşku yok ki felsefe alanında en tanınmış Kahramanmaraşlı hocamız, Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi’dir. 1947 yılında bu şehirde doğan, ilk ve orta öğrenimini yine Kahramanmaraş’ta tamamlayan değerli üstadımız, 1974 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi ve 1980 yılında da Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştur. İkinci fakültesinde okurken aynı zamanda Prof. Dr. Necati Öner’in danışmanlığında yürüttüğü “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri” konu başlıklı tezini, bu ikinci fakülteden mezun olduğu yıl tamamlayarak, Doktor unvanı da almıştır. 1983 yılında Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent, 1992’de Profesör olmuş, 1996 yılında hocası ve felsefe-mantık alanındaki bütün hocaların hocası olan Prof. Dr. Necati Öner’in davetiyle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne nakletmiş ve buradan emekli olmuştur. Halen fakültede lisansüstü dersler veren değerli üstadımız, aynı zamanda yine hepimizin hocası olan Prof. Dr. Necati Öner’in kurduğu Türk Felsefe Derneği’nin de Başkanlığını yürütmektedir. Korlaelçi hocamız, telif, tercüme ve makale olmak üzere çok sayıda çalışmasıyla Türk felsefe dünyasına nice katkılar sağlamıştır. , Kahramanmaraş kültürünü yaşamaya ve yaşatmaya devam etmekte olan değerli hocamız Murtaza Korlaelçi Bey, her yaz mevsimini memleketinde geçirmektedir, Korlaelçi hocam, bahse konu Kahramanmaraş felsefe toplantımızın da hem mimarlarından biridir, hem de bu seyahat sırasında bizlere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendisini buradan saygı ve muhabbetle anmadan geçemeyeceğim.
Kahramanmaraş’ta başka memleketlerden olan daha birçok hocalarımız ve arkadaşlarımız olmasına rağmen yazımızın amacı Maraş’ı anlatmak olduğundan dolayı bu bahsi burada tamamlayıp sadede gelmek istiyorum.
O akşam geç saatlere kadar muhabbet ettikten sonra ertesi sabah, yine Üniversite’nin otobüsüyle şehir gezisine çıktık. İlk durağımız Kahramanmaraş Kalesi oldu. Kale’de dalgalanan bayrağımızın hemen alt kısmındaki levhada “28 Teşrini Sani 335 (28 Kasım 1919) Cuma günü, Türk-Maraş; silah gücü ile inen bayrağını, iman gücü ile yeniden dalgalandırdı.” İbaresi vardı. İşte o andan itibaren Maraş’ın Ermenilerce nasıl zulümlere uğradığını öğrenmeye başladık. Kalede panoramik bir müze kurulmuş; o yılların Maraş’ının tasvir edildiği bu müzede görevli bir memur, bizlere o günlerde yaşananları, üç boyutlu minyatür bir şehir manzarasında tek tek göstererek anlattı. Burada onun söylediği olayları anlatmak, sayfalar süreceği için çok kısa olarak şöyle özetleyebilirim. Şehirde Türklerle birlikte yaşayan Ermeniler, Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizlerden kendilerini korumalarını istemiş, İngilizler de şehri işgal etmiş. Ama İngiliz komutan bir araştırma yaptırınca Ermenilerin yalan söylediklerini anlamış ve şehri boşaltmış. Bu kez Fransızlar gelmiş ve Ermenilerin istekleri doğrultusunda hareket etmişler. Birkaç Ermeni ve Fransız’ın saldırısına uğrayan kadınları kurtarmak için ilk kurşunu Sütçü İmam sıkıp Ermeni ve Fransız askerlerini öldürmüş ve kurtuluş hareketini başlatmış. Daha sonra Fransızlar, kaledeki Türk bayrağını indirip Fransız bayrağı çekmiş, Maraş halkı sabah namazında bunu görünce, şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek’in amcası Mehmet Ali Bey bir beyanname hazırlayıp oğluna bunu camilere asmasını istemiş. Halk bunu görünce iyice hayıflanmışlar. Ertesi günü Cuma namazına gelen Maraşlılara, Şeyh Halil Sezai Efendi, “Biz şu anda hür değiliz, bayrağımızın yerinde Fransız bayrağı var, bu nedenle bize Cuma namazı farz değil!” diyerek silahını alıp kaleye doğru yürümüş. Maraşlılar da arkasından gidip gönderdeki Fransız bayrağı yerine Türk bayrağını yeniden çekmişler. Böylece başlayan kurtuluş hareketi, başarıyla sonuçlanmış ve Maraş halkı, kendi kurtuluşunu kendisi gerçekleştirip tarihe altın harflerle yazılmayı hak etmişlerdir. Bunun mükâfatı olarak da bu güzel şehre 7 Şubat 1973 yılında TBMM’de çıkarılan kanunla Kahraman unvanı verilmiştir.