Kaval bir halk çalgısı. Nefesli çalgı. Dillisi var, dilsizi var. Dilli kaval deyince Burhan Tarlabaşı akla gelir. Eğin türküleri başta olmak üzere bütün türküleri maharetle çalıp havalandırır Burhan Tarlabaşı. Dilsiz kavalı çalmak çok daha zordur. Adı üstünde dilsiz... Kavala “düt!” demek için dudak gerek. İyi nefes almak ve nefesini ekonomik kullanmak lazım. Yoksa kaval çalamazsın. Bizim Oğulcuk’ta emek sarf etmeden bir kurulu tezgahın başına geçene derler ki: -İçinde nen var? Lağlek deresinin daşı, Doğlaşa’nın suyu. Gaval ilden, yil (yel) Allah’tan. Sen bannaklarını oynat. Bak bak bak! Kaval çalmayı ne kadar basite indirgiyor. Olur mu canım? Beleşe bir kaval bul. Al eline. Üfle. Parmaklarını da oynattın mı bülbüller gibi şakırsın. Yok öyle. Usul,makam, ayak bilmeden çalamazsın, kusura bakma. “O kadar çaldı ki yürekten Türküler aşındırdı kavalı” Cahit Külebi, kavala meftun. İcracısının elinde kaval bir çığlıktır. Bir iç çekiş, bir feryat... Yeri gelince bir hıçkırık, bir yakarı... O sebepten duyguların sese dönüşümünde kaval mükemmel bir çalgıdır. O yanık türküler; hasreti söyleyen, sevdayı terennüm eden türküler... Gamı, kasaveti, kederi anlatan türküler...Kaval eşliğinde söylenirse daha bir sarar sarmalar yaralı gönülleri. Dilhun eder... İşte sevdalı bir gönlün inleyişi. Sadık İçlises’ten alınma bir Adana türküsü. Bu türküde çoban kavalıyla var. Bir genç kız söylüyor bu türküyü. Kime? Bir çobana. Bu kızcağız çobana sevdalı. Lakin utandığından açılamıyor. Çobanın çaldığı kavalı dinleyip ah çekiyor. “Mor keçeyi boyamadım Çoban sana doyamadım Çoban seni seviyordum Utandım da diyemedim Le le çoban Çal kavalı garip oğlan Çobanın elinde kaval Hele ardında sürüsü var Eğer çoban susadınsa Bizim evin önü pınar Le le çoban Çal kavalı garip oğlan Bir de Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı öncesinde “Çal çoban çal!” deyişi var. Moğol istilası Anadoluyu kasıp kavuruyor. Sivas düşmüş. Sivas kalesi yıkılmış. Yıldırım’ın oğlu Ertuğrul, Sivas Valisidir. Ve öldürülmüştür. Bu haberi duyunca Yıldrım Beyazıt çok üzülür.Bazı geceler uyku tutmaz Yıldırım’ı. Çıkar gecenin bir yarısı. Uludağ eteklerine doğru at sürer. Yine böyle bir gecede uzaktan uzağa yanık bir kaval sesi gecenin karanlığını deliyor. Yıldırım derinden bir ah çeker: -Çal çoban çal, der. Sivas gibi kalen mi yıkıldı? Ertuğrul gibi oğlun mu öldü? Seksenli yıllarda K.Maraş Cumhuriyet Ortaokulu’nda çalışıyorum. Öğretmenler Günü arefesinde bir koro kurduk. Öğretmenler korosu. Bizim okuldan Gürbüz Bey bağlamacı. Koroyu Müzik Öğretmeni Aylin Hanım yönetiyor. Milli eğitim bünyesinde çeşitli okullardan öğretmenler haftanın belirli günlerinde bir araya geliyoruz. Çalıp söylüyoruz. Ben dilli kaval çalıyorum. Çala söyleye biz bayağı mesafe kat ettik. O kadar ki Öğretmenler Günü’nde bir konser verecek kıvamı bulduk. Sözü uzatmayayım. Öğretmenevi Salonu’nda Öğretmenler Günü akşamı bir konser verdik. Zamanın K.Maraş Valisi Adnan Darendeliler de izledi bizi. Vali Bey çok beğenmiş. Bizi tek tek kutladı. Alkışlandık. Mutlu olduk. Aradan kısa bir süre geçti. Başarılı çalışmamızdan dolayı taktirname ile taltif edildik. Sevindik doğal olarak. Okul Müdürümüz Salih Çalıksoy koro çalışmalarında bize destek oldu. Sağ olsun. Taktirname alışımıza bizler kadar sevindi. Sevindi sevinmesine de bir gün Öğretmenler Kurulu Toplantısı’nda özellikle bana takılmaktan da geri kalmadı: -Arkadaş, biz didinip duruyoruz. Göze gözükmüyor. Adam bir kaval çaldı. Taktirname aldı, dedi. Gülüştük. Aslında kavala nefes vermenin, sesi duyguya dönüştürmenin ne denli zor olduğunu iyi biliyordu müdürümüz. Her babayiğidin harcı değildi kaval çalmak. Bu, maharet isteyen bir işti. O maharet de övünmek gibi olmasın bende vardı yahu. Taktirnameyi hak etmiştim doğrusu. Bu bahse devam edeceğiz dostlar. Şimdilik bu kadar yeter.