“Bizlere kültür diye dayatılan olgunun Batı’nın yeni bir silahı olduğu gerçektir.” Cemil Meriç  Geçen hafta  üçüncüsü düzenlenen Kültür Şurası hiç şüphe yok ki çok önemli bir adımdı. İlki 1982, ikincisi 1989 yapılan ve sonrasında 27 yıl ara verilen bu şuranın etkilerinin Anadolu’da bizlere kadar yansıdığını söyleyebilirim. Bir defa böyle bir etkinliğe devletin destek vermesii çok önemli ve dilerim bu tip kapsamlı çalışmalar eğitim alanında da yapılır… Bilyorsunuz herşey Tanzimat ile başladı. Kendimizi beğenmedik, batılaşalım istedik. Doğrusunun bu olduğunu inandırıldık.  Bunu isteyenler biliyordu ki, kültürümüzden uzaklaştıkça, kendimiz gibi olmayacaktık. Nitekim kısmen başardılarda Aydınlar  Batı'nın yükselişindeki sırrı aramaya koyuldular ve bu araştırmayı yaparken farkında olmadan kendi iç dünyalarını Batı'nın içinde buldular. Batılılaşma sürececinde  değerlerimizin kıymetini bilmez olmuştuk. Gençlik nefsi ile aklı arasında nefsine boyun büktü.  İşte geldiğimiz nokta ortada, kültürel kıymetlerimizi kaybettik, şimdi çıkış yolları arıyoruz! Cemil Meriç bu konuya değerlendirirken der ki; ‘Batı modalarını, zaaflarını, kokuşmuşluklarını aktarmak için; bizi kendi değerlerine inandırdı. Oysa gerçek kültür bir tutkudur, insana inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür, insanın kendi kendini fethidir. Bugünü mazi ile zenginleştirmektir…”   ZITLAR OLUŞTURDULAR BİLEREK Bizim neslin karşısına 68 kuşağını koydular, gençliği sağcı ve solcu diye böldüler, üretmeden tükettik, saygı ve sevgiyi yitirdik, kısacası düğünlerimizden, aile saadetine varana kadar bir çok kıymetimizi bozduk… Hal böyle olunca, oturup konuşamadık kendimizi, özümüzü araştıramadık, tarihimizi, dilimizi, örf ve adetlerimizi, kısacası bizi biz yapan değerler yerine, batıya yönlendirildik bilerek. Ancak ne batılı olduk, ne doğulu kaldık…. Şimde çevrenize bir bakın, nesiller arası düşünce ve yaşam farklılığını çok net olarak görürsünüz.  Bir yanda camiye giden gençlik diğer yanda pavyon ve barlarda gezenler. Bu durumu anlatan Yazar Serkan Üstüner bir makalesinde şöyle der; “ Sahi bize lazım olan ‘Milli Kültür’ neydi? Bunu dar kalıplarla ifade etmek zor. Tanzimat’tan bu yana başlayan Batı kaynaklı dayatmalar ve onun getirdiği çatışmaların bizi bir yerlere getirdiğini söylemek zor. Evet bizler büyük bir kültür hazinesinin üzerinde yaşıyoruz. Bu yüzden de bu irfanın sahiplerine Kültür Emperyalizmi uğramıyor. Ama olanın da üstüne koyup zenginleştirme yolunda çok da yol almış değiliz. Biraz da ifrat ve tefrit arasındaki durumdan kaynaklı izahatlar yüzünden yol alamıyoruz. Devlet şimdi bu yönde çalışma yapan kurum ve kuruluşlara alan açmalı ve gereken tüm desteği vermelidir…”   ZEHİRLENMİŞTİK BİR DEFA Bu duygunun kendi içimize akıttığı zehir, bizi küçülttükçe küçülttü. Böyle bir içten yıkılış faciasının karşısına dikilen muhafazakar zümre, Batı taklitçiliğini protesto ederken sade taassubunu kullandı. Onlar için mesele, sadece Batı'ya benzememek davasıydı. Milli varlığımız hakkında bir fikirleri yoktu. Batıcılar, örf ve adetlerimizi değiştirerek kurtutuluş sırrını aramak gibi gülünç bir davaya kendilerini kaptırırlarken, muhafazakarlar; eski hayat şekillerine sımsıkı bağlanmada felah ümidi buldular. Her iki tarafın gafil olduğu şey, kendi milli kültürümüzü yoğurmanın lüzumlu oluşudur. Hakikatte, bin yıllık tarihimiz içinde ortaya konmuş olan Anadolu Müslüman Türk kültürünü, örfleri, folkloru, edebiyatı ve güzel sanatlarıyla, tasavvufu ve tarikatlarının felsefesiyle, İslami ahlakıyla bir potada yoğurmak, davanın esasını teşkil ediyordu. Efendimiz ne buyurmuştu; “ Bir millet kimi benzerse ondandır. Hırıstiyan ve Yahudileri dost edinmeyin…” Evet demokrasi, insan hakları, adalet, eşitlik gibi aradığımız herşey aslında kendi milli kültürümüzde vardı. Bize emanet edilen Kur’an ve Sünnet, sonra örf ve adetlerimiz o kadar zengin ki, yabancılara benzeyerek bir  kültürle zehirlenmemize hiç gerek yoktu. Yapılacak şey ise özümüze dönmek yeniden dirilmektir. Kalın sağlıcakla.