Hz. Ömer ( r.a) döneminde başlayan fetihler Hz. Osman(r.a) döneminde de devam etmiş çok kısa sürede geniş bir coğrafya İslam beldesi haline gelmişti. Allahın dinini tebliğ amacı güden bu fetihler yapılırken devlet yapılanması hususunda kayda değer adımların atılmadığını gözlemleyebiliyoruz. İşte bu eksiklik geniş toprakları fetheden bir oluşumun kendi devletinin başı olan halifeyi korumakta aciz kaldığını göstermesi açısından manidardır.
Geçmişinde devlet kültürü olmayan bir topluluğun bir anda geniş topraklarda hakimiyet kurması ilk bakışta övünç vesilesi olarak görülebilirse de Resulullah’ın(s.av.) vefatından çok kısa süre geçmiş olmasına rağmen Arap yarım adasına tam bir kaosun hakim olmasıyla etkileri bugün bile hissedilen olumsuzlukların yaşanmasına neden olmuştu.
Adeta Asr-ı Saadet diye tabir edilen dönemin akabinde Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali’nin suikast sonucu öldürülmeleri, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi, Hz. Hüseyin’in ise aile efradı ile birlikte katliama tabi tutulması tabiri caizse Asr-ı felaket döneminin yaşanması ile noktalanmış, devlet idaresinin saltanat şeklinde babadan oğla geçme hali Emevilerle ortaya çıkmıştı.
Saltanat sanki İslam’ın devlet modeli gibi kabul görmüş, İşlerin şura ile yapılması emri çok fazla dikkate alınmamıştır.
Öyle ki bugün adlarını hürmet ve tazim ile andığımız İmam-ı azam Ebu Hanife, Muhiddin Arabi gibi nice gayeleri sadece Allahın dinine hizmet etmek olan büyük insanlar saltanatlara tabi olmadıkları için zulüm görmüş ve şehit edilmişlerdir.
İslam coğrafyası genişledikçe, özelikle batıda İspanya da kurulan Endülüs Emevi devleti, doğu da İran, Azerbaycan ve Türkistan topraklarında yayılan İslamiyet sonucu Türklerin Müslümanlığı seçmeleri İslam toplumlarında farklı din anlayışlarının da tezahürüne sebep olmuştu.
İslamı seçen her yeni kültür kendi geçmişinden tamamen arınmadan bazı alışkanlıklarını da beraberinde yaşamında tutmaya devam ediyordu.
Aslında Moğolların 1200 lü yılların başından itibaren Anadolu ve İslam coğrafyasının büyük kısmında yaptığı tahribatı saymazsak Müslümanların karşısında o günkü dünya düzeninde karşı çıkacak bir güç yoktu. Avrupa orta çağ karanlığında ve derebeylikler şeklinde bir idare ile dünyadan habersiz şekilde hayat sürmeye devam ediyordu. Gerçi birkaç kez Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak bahanesiyle ( asıl amaçları Avrupa da eli silah tutan erkekleri kendi toprakları dışında ganimet elde etme maksadıyla) büyük ordularla İslam coğrafyasına gelmiş olsalar da kalıcı bir başarı elde edemeden geldiklere topraklara bin yıl süre ile bir daha gelmemek üzere gitmişlerdi.
Haçlı ve Moğol tehdidinden başka kayda değer bir tehlike ile karşı karşıya kalmayan İslam ümmeti kendi içinde bir eli yağda bir eli balda geçinirken önce mezhepler, sonra tarikatlar ve kolları amaçları tamamen iyi niyetli olarak Müslüman’ın hurafelere yönelmeden gerçek manada dini doğru anlayıp doğru yaşaması gayesi ile yola çıkmış olsalar da istem dışı olsa da farklı mezhep ve tarikat mensuplarının birbirine olan bakışları birbirlerini tekfir edecek boyutlara varmış, İman ettikleri Peygamberin merhamet, zerafet, hoşgörü, adalet, meşveret gibi hasletlerini görmezden gelmeye başlamışlardı.
Sen şu mezheptensin, o şu tarikattan , o şu şeyhe tabi, onun şeyhi bidat üzeredir, benim şeyhimden gayrisi delalettedir gibi yaklaşımlar Müslümanları uzun asırlar boyu yol almadan yaşam sürmelerine neden olmuştu.
Bin bir güçlükle yaklaşık iki yüz yıl önce Alpaslan öncülüğünde Müslüman Türkler Anadolu’yu yurt yapmak için Malazgirt ovasında Bizans Ordusunu yenmiş, böylece Arakalarından gelen Türk boylarına yeni bir vatan için öncü olmuşlardı.
Malazgirt’ten iki yüz yıl sonra Batı Anadolu da Ertuğrul Gazi Oğlu Osman Bey tarafından yeni bir devletin tohumları atılıyordu.
Osmanlı Devletinin kuruluşunun üzerinden yaklaşık yüz yıl geçtiğinde yüzünü batıya çeviren bir Osmanlı sultanının hem de Haçlıları Niğbolu da hezimete uğratmış bir muzaffer komutanın bu zaferin getirdiği kibirle olsa gerek hiç yokken bir başka Müslüman sultan Timur ile devletini yok olma eşiğine getiren Ankara savaşını yapması akla ziyan bir durumdu. Bunun da nedeni İki Müslüman sultanın kendi egolarıyla hareket edip çevresindeki oğulları ve komutanlarının bu savaşın yapılmaması yönündeki tüm telkinlerini kulak ardı etmeleri sonucudur.
Bu savaş sonrası Osmanlı tarih sahnesinden silinme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, Timur ise artık yeryüzünde en güçlü sultanın kendisi olduğunu ispat etmiş olmanın verdiği gururla kılıcındaki Müslüman kanının hesabını nasıl vereceğini düşünmeden geldiği gibi kendi topraklarına dönmüştü.
Dünya da savaşacak doğru düzgün bir kafir devlet olmadığından olsa gerek Müslümanlar belirli tarih aralıkları ile birbirleriyle hiç yoktan, sadece nam salmak için savaşmışlardır.
Fatih’in Otlukbeli’nde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan la olan savaşı, Yavuz’un Çaldıran’da Şah İsmail ile , Memlüklü devletini tarih sahnesinden silen Ridaniye savaşı Müslümanların bir birbirleriyle olan savaşlarıdır.
Aslında bu tarihlerde Müslüman sultanlar birbiriyle savaşırken Avrupalılar yeni topraklar keşfetmek için yola çıkmışlardı bile.
Avrupalılar kilisenin toplum hayatındaki etkisini en aza indirecek adımlardan en önemlisi olan Protestanlık mezhebini oluştururken, İslam alemi ise dini argümanlarla kendilerine güç devşirme peşinde olan ulemanın gitgide güç kazandığı ve sultanları etki altına aldığı bir döneme girmişti.
1600 lü yılların başındaki lale devri ile başlayan bu dönem dünyadaki değişimi ve gelişmeleri görmeden yaklaşık 250 yıl sürmüştü. 1850 li yıllara geldiğimizde ise bir çok şey için geç kalındığı görülmüştü.
Haftaya kaldığımız yerden devam etme dileğiyle.