Merhaba değerli dostlar.
Birkaç haftadır önemli meseleler başlığı altında sizlerle farklı konularda sohbet ettik. Memleketin o kadar çok önemli meselesi var ki bu güne kadar değindiğimiz hususları şöyle bir toparlamanın faydalı olacağını düşünerek bu haftayı bu şekilde değerlendirelim istedim.
Önemli meselelere toplumsal hayatımızı çok derinden etkileyen ve 1937 yılında anayasamıza giren laiklik ilkesi hakkındaki düşüncelerimizi paylaşarak başlamıştım. Nasıl ki bu ilkeyi anayasamıza koyarak Müslüman Türk toplumunu kendi özünden sıyırıp yepyeni bir öz için yoğuranlar ne kadar suçluysa, 2002’den bu yana ülke idaresinde olanların toplumu olması gereken bin yıllık özüne yeniden dönüştürmek için hiçbir gayret sarfetmemeleri nedeniyle en az onlar kadar suçludurlar demiştik.
Bir başka konu başlığımız türbandı. Şehirleşmeyle beraber önce üniversite kapılarında kızlarımızın başları örtülü olarak öğretim görmelerine izin verilmemesi ile gündemimize girmişti. Karşı çıkanlar o kadar yobazdı ki cumhurbaşkanı eşi başı örtülü olamaz diyecek kadar ileri gitmişlerdi. İşte bu karşıtlık üzerine konumlandırılan bu konu maalesef İslami hayatın tek sorunu gibi algılanıp bizi çok yanlış bir noktaya taşımıştı. Bunun da olumsuz emarelerini ne yazık ki her gün sokaklarda görmekteyiz. Hani hep denir ya; “Bir zaman gelecek giyinik gibi gözükse de çıplaklardan pek farkı olmayacak” sözü bugün artık reel bir gerçek olarak durmaktadır.
Bir başka konu başlığımız sosyal hayatımızın yeniden şekillendirilmesi sonucu daha açık bir ifade ile kadınlar adına pozitif ayrımcılık yapılarak eğitimi, aileyi, daha doğrusu toplumsal huzuru temelden sarsan uygulamalar sonucu kadın ve erkeğin toplumsal hayattaki yeniden konumlandırılması oldu. Özgürlük ve demokrasi kisvesi altında topluma hep bir şeyler dayatılıp durdu. Bir yasa ile erkeğin evin reisi olma özelliği kaldırılıverdi. Nafaka konusunda yapılan yanlışlık sonucu evlilikler kısa sürede sonlanmaya ve sonucunda erkeler süresiz bir nafaka zulmüne maruz bırakıldılar. Her zeminde eleştirdiğimiz erkek egemen toplumu terk edip, feministlerin kayığına bindirildik.
Toplumsal değişim ve dönüşümün olumsuz olarak bir başka yansıması da hayatımızda hiç olmayan faiz illetinin çok masumane bir şekilde hayatımıza sokuluvermesiyle gerçekleşti. Aslında ülkemizde son otuz, kırk yılda meydana gelen ne kadar olumsuzluk varsa bence temelinde faizin hayatımıza çok yoğun şekilde girmesi sonucudur. Oturduğumuz ev, bindiğimiz araba, kazanç elde ettiğimiz iş yerimiz, ya da devletten aldığımız maaşlar ne yazık ki faiz ile kirlenmiş, boğazımızdan geçen her lokma yine aynı nedenden haram lokma haline gelmiştir. Bu konuda ne devlet adamlarımızda, ne din adamlarımızda ne de sıradan bireyler olarak bizler her hangi bir adım atmayı, bu haram hayattan nasıl kurtuluruz, çocuklarımızı nasıl bu illetten uzak tutarız diye bir çaba içinde değiliz.
Aslında her hafta bir başlıkta sizlerle paylaştığım önemli meseleler birbirinden bağımsız değildir. Her bir konu bir başkası ile az veya çok ilintilidir. İşte bu temel argümanlardan biriside sekülerleşme dediğimiz aslında bizim kültürümüzde dünyevileşmenin popüler olarak ifadesinden başka bir şey değildir.
Laiklik, faiz, erkek kadın ilişkilerinde gelinen nokta bizi hiçte farkında olmadan seküler bir hayata sürüklemiştir. İşin acı olan yönü ise bizim bu hayat tarzından hiç şikayetçi olmayıp her geçen gün daha bir dünya sever olmamızdır.
Elbet dünya sevgisi insan hayatının dinamizmi açısından tamamen elimizin tersi ile itebileceğimiz bir husus olmamakla beraber, İslam kimliğimizi bu kadar geri plana atmamıza da sebep olmamalıydı. Özellikle Ak Parti iktidarının ekonomik anlamda topluma sunduğu imkanlar nedeniyle yeni bir muhafazakar tipi maalesef oluşmuş durumda. Gösterişi seven, lükste Müslüman için herhangi bir mahzur görmeyen, sürekli dünyalık biriktiren, laik ve seküler kesimlerle yakın ilişki içerisinde olmaktan çekinmeyen, hatta onların hayat tarzlarına imrenerek onlardan geri kalmamaya çalışan bir yeni muhafazakar-seküler Müslüman tipi oluşmuştur maalesef.
Bunun sonucu olarak özellikle son on yılda ülkemizde kendini muhafazakar-Müslüman olarak tanımlayanların oranının önemli oranda azalması, bunun yansıması olarak namaz kılanların sayısının her geçen gün azaldığı, büyük camiler inşa etmemize rağmen camilere gidenlerde de önemli oranda azalma olduğu yapılan araştırmalarla ortaya konmaktadır.
Son konu başlığımız olan tacizde tüm bu İslami kimliğimizle bağdaşmayan uygulamalar sonucu göz yumduğumuz bataklıkların ürettiği pislikten başka bir şey değildir. Çok önceleri bir yazımda değinmiştim. Bu ülkede bazı şeyler yapılır, ancak sonuçları daha sonraları olumsuz olarak ortaya çıkmaya başladığında kimse o yapılan yanlış kararlarla ilişkilendirmeyi düşünmez. Uzun yılar önce Konya da meydana gelen bir olay üzerinden bu konuyu değerlendirmiştim. Küçük yaşta bir çocuğu tecavüz sonrası öldürmekten hükümlü insan müsveddesi maalesef DSP- MHP ve Anavatan Partisinin üçlü koalisyonu eliyle ikinci Rahşan affı ile insan yerine konularak cezaevinde beş yıl yattıktan sonra salıverilmiş, salıverilen bu şerefsiz insan müsveddesi maalesef aynı suçu bir hafta sonrayeniden işlemiş, bir çocuğun, bir ailenin hatta bir sülalenin tüm hayatını mahvetmişti. Sizce bu eylemi yapan o şerefsiz insan müsveddesinden daha çok o af ile o kişiyi cezaevinden salıverenler sorumlu değiller midir?
Bir ara bu konu kamuoyu gündeminde fazlaca er bulunca bu kişiler için hiç olmazsa idamın yeniden ceza kanunumuza konulması dillendirilmiş, ne yazık ki gündem biraz soğuyunca bir çok vaat gibi unutulup gitmişti.
Dünya sevgimiz böyle devam ettiği sürece, insanın en güçlü güdülerinden olan cinselliğin hiçbir kural tanımadan icra edilmesi yani her türlü cinsel taciz özellikle de küçük yaştaki çocuklarımıza yönelik taciz ve tecavüz vakaları üzülerek belirtmeliyim ki artarak devam edecek gibi. Ateş düştüğü yeri yakacak, diğerleri yani bu olaya o an için maruz kalmayanlar başlarını kuma gömerek olan biteni görmemezlikten gelecek, ta ki kendi ya da bir yakının başına gelene kadar.
Ne diyeyim, Allah bize akıl iz’an versin.
Kalın sağlıcakla.