Değerli dostlar,
Bazı hususlar vardır ki vaktinde değinilmezse sanki önemsizleşirler. Bu nedenle evlilik üzerine olan yazımıza bu haftalık izninizle ara veriyorum.
Gelelim bu haftaki önemli iki konuya.
Birkaç gün önce 98.nci yılını coşkuyla kutladığımız şehrimizin kurtuluş günü olan 12 Şubat Kurtuluş Bayramı ya da eskilerin deyişi ile Çete Bayramı. Çete ismi bugün normal devlet nizamında olumsuz bir kavram olsa da bundan 98 yıl önce bu şehri kurtaran gönüllü kahramanların adıdır. Aslında onlar sadece bu şehri kurtarmadılar, akabinde Antep, Urfa ve Adana’nın da kurtuluş mücadelesine fiilen katıldılar. Bundan da ötesi topyekün vatanın kurtuluşu için ümit oldular, hem de çok güçlü bir ümit. Ancak ne acıdır ki aradan sadece altı yıl gibi kısa bir zaman geçmişti ki altı yıl önce kahraman ilan edilen, altı kurtuluş mücadelesi gazisi şapka kanununa muhalefetten dolayı Ulu Cami civarında asılmışlardı. Bu kadim Türk yurdu’nun kahraman evlatları altı yıl önce anadan, atadan, evlattan ve de yar’dan vazgeçerek, canları pahasına her türlü yokluğa rağmen zamanın en son teknolojik silahları ile donanmış düzenli Fransız güçlerini tıpkı Sakarya’da olduğu gibi 22 gün 22 gece süren bir ölüm kalım mücadelesi sonrası şehirlerinden söküp atmışlardı. Aradan bu kadar kısa zaman geçmişti ki o kahramanlardan altısı şapka giymeyerek devlete başkaldırma suçunu işlemekten dolayı idam edildiler. Bu topraklarda kahraman olmakla devlete başkaldırmak arasında her zaman çok ince bir çizgi olmuştur. Bunları unutmamak ve unutturmamak adına arzetmiş oldum.
“Bu vatan toprağın kara bağrında sıra dağlar gibi duranlarındır.” Diyor şair.
Tüm şehitlerimize selam olsun. Onlar Rableri katında en güzel şekilde ağırlanmaktadır. Ve geride kalanların ahvalini seyretmektedirler.
Gelelim diğer konumuza. Ölümünün yüzüncü yılında II. Abdülhamit Han hazretlerini bir kere daha rahmet, minnet ve hürmetle anıyor, ruhu şad olsun diyorum. Osman Bey’den Sultan Vahidettin’ e kadar han, sultan, hünkar ve padişah olarak bir çok şahsiyet Devlet-i Aliye-yi Osmaniyye’nin başında bulundu. Ancak bunlardan birisinin diğerlerinden farklı bir pozisyonu vardı. Sultan II.Abdülhamit Han öyle bir zamanda o makama geldi ki, onun ve devletin karşı karşıya kaldığı bela ve musibetleri anlatmaya ciltlerle kitap kafi gelmez. Kırk milyonluk Osmanlı tebası ve üçyüz milyonluk Müslüman’ın Halifesi olma sorumluluğu ile ne çileli yılları omuzladığını bir kendisi bir de Rabbül alemin bilir. Başta İngiliz, daha sonra Fransız, Alman ve Ruslar, bütün bunlar yetmezmiş gibi sonradan sonraya Amerikalılar gelmiş ulu hakanın üstüne üstüne. Hainlerin cirit attığı, koruyup kolladığımız başta Yahudi, Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp vs azınlıkların isyan ve başkaldırıları ile baş etmeye devleti ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da eğitim, ve üretim alanlarında her türlü olumsuzluğa rağmen atılan dev adımlar.Onu tahtan indirmenin aslında Osmanlıyı yıkmakla eşdeğer olduğunu görenler her türlü hile,desise ve entrika ile ona savaş açtılar. Sonunda İttihat ve Terakki eliyle de bunu başardılar. Son pişmanlık fayda etmez diye bir sözümüz vardır. Birilerinin aklı başına gelmişti ancak iş işten çoktan geçmişti. İşte bunlardan birisi de ona en güçlü muhalefeti yapanların başında gelen Şair Rıza Tevfik’ti. Bakın pişmanlığını nasıl dile getiriyordu.
Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?
Feryadım varır mı barigahına?
Tarihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan;
Asrın en siyasi Padişahına!..
Padişah hem zalim hem deli dedik;
İhtilale kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz ”beli” dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına…
Divane sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;
Sade deli değil, edepsizmişiz;
Tükürdük atalar kıbleğahına
Yüz yıl önce, yüz yıl sonra; Değişen pek bir şey yok. Düşmanlar düşmanlığına, hainler ihanetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Önemli olan vatansever olduğunu söyleyen bizler ne durumdayız?
Haftaya görüşünceye kadar sağlıcakla kalın.