İnsanoğlu, yazmadan önce çizmeye ve boyamaya başlamıştır. Mağaralarda ve dıştaki kaya yüzeyleri üzerinde bulunan boyalı resimler ve çizgiler, insanın binlerce yıl önce fikirlerini nasıl ifade ettiğini bize oldukça iyi gösteriyor ama nasıl konuştuğu hakkında bilgi vermiyor. Bilinen bir şey varsa, Tarihöncesi resimlerin, bugünkü anlamda -yalnız kendi resimsel gerçeklerini anlatan- resimler olmadıklarıdır. Bu resimler mağara duvarlarını süslemekten öte amaçlara yönelmişlerdir. Hayatın doğaya ve doğadaki yaratıklara karşı çetin bir savaş anlamını taşıdığı çağlarda bu resimler o savaşın bir parçası ve insana olağanüstü büyüsel güç sağladığına inanılan birer araçtılar. Bunlar doğaya ve hayvanlara egemen olmanın birer sembolü, avın şanslı geçmesini sağlayan birer tılsımdırlar.
Tabii olanakları sayesinde korunup günümüze gelebilmiş olmaları, bunları yapan sanatçıların hiç de böyle bir istek taşıdıklarını belirlemez. Çünkü bu sanatçılar, güçlü bir gözlem ve doğa duyarlılığının sonucu olan bu eserleri ancak belli bir büyüsel fonksiyon süreci için yapıyorlar. Sonra birinin üzerine bir başkanını daha yapıveriyorlardı.
Örnek olarak Kont n bulmuş olduğu Trois Freres Mağarasını, ünlü hayvan resimlerinin ve hakkında geniş incelemeler yapılmış olan maskeli "Büyücü"nün bulunduğu mağarayı ele alalım. Bu karanlık mağaradaki yaban sığırlarının büyük bir ustalıkla çizildiğini, sığırların üstünde geyik biçimine girerek oturan büyücünün çok çarpıcı bir görünüşü olduğunu kimse yadsıyamaz. Ama keskin bir hayvan gözlemciliğine dayanan bu resimlerin yanı sıra öyle değersiz mağara resimleri de vardır ki, ne eskilikleri ne de her ilkel şeyi beğenme eğilimi, bunların başarısızlığını gizleyemez. Bu noktayı belirtmek zorundayız. Çünkü bir takım tarihçiler bütün ilkel topluluklarda insan-üstü bir "dehâ", uygar insanın yitirmiş olduğunu ileri sürdükleri bir "dehâ" olduğuna inanıyorlar. Gerçek şu ki, orta taş çağı insanları çok üstün yapıtların yanı sıra, sıradan bir takım örnekler de vermişlerdir.
Üstün bir gözlemci olan Leo Frobenius şöyle diyor:
"Kont Bégouen, N. Casteret ile birlikte HauteGaronne'a, Montespan'a yakın bir mağara buldu. Bu mağaradaki geçitlerden birinin ortasında kilden yapılmış bir hayvan figürü gördü. Kabaca yapılmış, ayrıntılara dikkat edilmemiş bir figürdü bu, ama ön ayaklarını gererek çömelmiş bir hayvan olduğu belliydi. Bu hayvanın bir özelliği de kafasının kopuk oluşuydu. Tümüyle çocukların yaptıkları kardan adam gibi kaba bir işti. Ana işin kaba oluşu kafanın neden kopmuş olduğunu açıklamıyordu... Figür bütün genel çizgileri, bacak yapısı, yuvarlak, güçlü butlarıyla bir ayıyı andırıyordu. Gerçekten de, hayvanın ön ayakları arasında bir ayının kafatası bulundu."
Hayvan derisinin gerildiği bu kil parçalar insanlık tarihinin ilk plastik örnekleri olmalı. Bunların bugün sanat dediğimiz şeyle pek az ilintisi vardır; Hayvanları yatıştırmaktan başka bir amacı yoktu bunları yapmanın. Yani bir imgenin yardımıyla gerçeklik üzerinde bir üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Ama insan böyle bir amaçla hayvanların benzerlerini yapmaya başladı mı, her üretim gibi bu da bir inceleme sürecinden geçip gelişecekti. Büyücülüğün gereği olarak hayvanla onu yansıtan örnek arasında elden geldiğince bir benzerlik, bir özdeşlik sağlamak çok önemliydi... Bu özdeşlik önce av hayvanlarının derileriyle sağlanıyordu, ama hayvanların benzerleri asıl hayvanın derisi ve başı kullanılmadan yapılmaya başlanınca, elde edilebilecek en büyük benzerlik büyünün gereklerinden biri oldu. Hayvanın derisinin ve başının yerini kanının aldığını ileri sürebiliriz. İlkel insan kendi büyü anlayışına göre, bütün yerine bir parça yasasını, yani hayvanın bir parçasını elde etmekle o hayvan üzerinde üstünlük kuracağı düşüncesini benimsemekle kalmıyor, kanı ayrıca hayatın gerçek özü sayıyordu.
Kan ve benzerlik yüzünden, resimlerle yansıttıkları canlı örnek arasında bir özdeşlik sağlanmış oluyordu; ayrıca av hayvanının neresinden vurulacağını belirten bir mızrak resmi de yapıldı mı, hayvanın kurtulamayacağına ve avın başarılı olacağına gerçekten inanılıyordu.
Resimlerle hayvanlar arasındaki benzerlik büyüsel bir zorunluluktu. Taş çağı avcısı, avını büyük bir dikkatle gözlemlediği için benzerlik derecesini ölçebilirdi.
Hayvanla resim arasında benzerlik ne kadar çok ise resmin o ölçüde etkin olacağına inanırdı. Bu bakımdan, araçların yapılında olduğu gibi birtakım örnek kalıpların ortaya çıktığını düşünebiliriz; mağarada çalışan sanatçı üstelik tam bir özgürlük içinde çalışmıyor, kendisinden en işe yarayacak biçimleri kullanması, yani hayvana en çok benzeyen resimleri yapması bekleniyordu. Üslûp dediğimiz şey de, eninde sonunda, benimsenmiş, alışılmış kalıpların kullanılmasından başka bir şey değildi.
Bütün bunların sanatla pek az ilgisi olduğu söylenebilir ama gerçekte, sanatı çeşitli biçimlerde etkileyen bu inanışlardır. Birçok sanat yapıtının amacı bu garip törenlerin bir parçası olmaktır ve bu durumda önemli olan ey, söz konusu heykel yada resmin bizim standartlarımıza göre güzelliği değil, "yarattığı etki" yani istenen büyüsel etkiyi sağlayıp sağlamadığıdır. Sanatçılar ayrıca, bu yapıtları, her biçimin, her rengin ne anlama geldiğini bilen kendi kabile halkı için yaparlar. Sanatçılardan beklenen şey bunları değiştirmeleri değil, sadece tüm bilgi ve becerilerini çalışmalarına uygulamalarıdır.