Merhaba Edebiyatsever Dostlarım,
Bu sayımızda sizleri, çok değerli yazar ve şairlerimizin yine bir o kadar güzel yazı, röportaj ve şiirleriyle buluşturmak istedik. Umarım beğenirsiniz. Bu sayımızdaki röportaj konuğumuz; kentimizde “Yazarlık Atölyesi Kursları”yla ve sayısız edebi eserleriyle tanınan Eğitimci Yazar Ramazan AVCI Bey.
7 Ekim Cumartesi günü, Kahramanmaraş Edebiyat Ve Sanat Derneği binasında “Alkış Dergisi” nin aylık olağan toplantısını yaptık ve Oğuz PAKÖZ Abimizi yeniden andık.
14 Ekim Cumartesi günü “ Kültürümüzün Yaşayan Emektarlarına Saygı” programında, Ramazan AVCI Bey’in sunumuyla Akademisyen/ Eğitimci Dr. Mustafa KÖK Abimizi konuk ettik. O’nun düşünce ve fikir imbiğinden damıttığı tecrübelerini dinleme imkanımız oldu. Bizlere bu fırsatı lutfettiği için, Mesder olarak kendisine çok teşekkür ediyoruz.
21 Ekim Cumartesi günü, vefatının 1. yıldönümü münasebetiyle çok sevgili arkadaşımız, dostumuz şair /yazar Ali İhsan KEKEÇ’ i, mezarı başında ve doğum yeri olan Tekir’de çok büyük bir katılımla andık, Fatihalar gönderdik.
26 Ekim 2023 Perşembe günü, Türk Ocakları Kahramanmaraş Şubesinin “Ocakbaşı Sohbetleri” kapsamında gerçekleştirdiği, konuşmacı olarak Doç. Dr.MarziyeMemmetli’nin “Karabağ Azerbaycandır” konulu seminer programını, bizlerin de tam tekmil katılımı ile yine Mesder binamızda gerçekleştirdik.
28 Ekim Cumartesi günü binamızda “Düşeyaz Dergisi”nin aylık olağan toplantısını yaptık.
Ekim ayı içinde dört arkadaşımızın altı yeni kitabı Kahramanmaraşlı okuyucularıyla buluştu. Bunlar sırası ile; şair/yazar arkadaşımız Tezay Tezcan AKKURT’un “Tozlu Aynalar” isimli şiir kitabı, şair/yazar arkadaşımız Tuba Tezcan AKKURT’un “Güneşin Rengi Hüzün” isimli şiir kitabı, aktivist/şair/ yazar Nuri YILDIZ arkadaşımızın “Hanzala Avucumdaki Taşlar”, “Depremden Öte/İnsanlığın Ağıdı” isimli iki şiir kitabı ile “Çocukça Kal” isimli öykü kitabı ve şair/yazar Teyfik KARADAŞ’ ın “Eşiğin Ardı” isimli öykü kitabı.
Aşağıda afişini göreceğiniz “Deprem ve Yaşam” konulu “Ödüllü Ulusal Öykü Yarışması” nın son müracaat tarihi, 06 Kasım 2023 tür. Bu tarihi tekrar yazarak, yazarlarımızın öykülerini bu tarihe kadar mutlaka göndermeleri gerektiğini hatırlatmak istedik. Yarışma sonuçlarının Kasım ayı içerisinde kesinleşeceğini tahmin ediyoruz. Kesinleşen sonuçlar, ödül töreninin yapılacağı yer ve tarih, sosyal medya aracılığı ile yarışmacılara ve kamuoyuna duyurulacaktır. Tüm yarışmacı öykü yazarlarımıza başarılar diliyoruz.
MESDER Yön. Kur. Bşk.
Lütfi BİLİR
Kudüs Ağrısı
Ey Kudüs/sevgilim
senin saçlarını
bir geceyle ördüm
bir gündüzle ördüm
yine de
uzadı mı beliklerin
hüznün siyahıyla
●
Orucunu açamamış
kuşlar tünüyor
Ramallah ağaçlarına
Elif'imin azığında aşk taneleri
yüreğini silkelemeye gidiyor
anne
gerçekten Kudüs’ün yüzü
Yusuf'a mı benziyor
Yasin Mortaş
MİMAR SİNAN, ORJİNALİTE ve MODERNİTE
Orijinal olma noktasında sizlere, dünden yani tarihten, bir de bugünden birkaç örnek vermeğe çalışacağım…
Sizlere maziden: Mimar Sinan’ın iki önemli eserinden bahsetmek istiyorum…
Tabii ki Mimar Sinan deyince aklımıza hemen ustalık eserleri olan Selimiye ve Süleymaniye Camileri gelir…
Ben size isimleri aynı olan ancak özellikleri çok farklı olan iki eser: Mihrimah Sultan Camilerinden bahsedeceğim.
Evet, iki eserin adı da “Mihrimah Sultan” camiidir.
Birisi Üsküdar’da, diğeri Edirnekapı’da iki muhteşem eser…
İkisi de Osmanlı padişahı ve halifesi Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan adına yapılmıştır.
Bu iki muhteşem eserin biri kartal gibi Üsküdar kıyısına konarken, diğeri sanki bir güvercin edasıyla göklere uçmaktadır…
Evet aynen öyledir… Dikkatlice ve derinden bakıldığında Üsküdar’daki Mihrimah Sultan camii Boğazın kıyısına konmuş lakin uçmağa hazırlanmış bir kartal gibidir, sanki…
Yine Edirnekapı’daki Mihrimah sultan camiine baktığınızda heybeti ve yüksek duruşunun yanında bir de masumiyeti vardır… O da o duruşuyla sanki uçmağa hazırlanan bir güvercin gibidir…
Üsküdar’dakinin iki minaresi yani bir nevi iki kanadı varken, Edirnekapı’dakinin bir minaresi yani bir kanadı var diye yorumlarsak gayrı uçma hallerini siz yorumlayın…
Bu iki camii öyle konumda kurulmuştur ki:
Siz, 21 Mart günü sabırla Galata kulesinde bekleyip gözlem yapabilirseniz mucizevi bir olaya şahitlik edersiniz:
Neye şahitlik edersiniz biliyor musunuz…
Galata kulesinden , tam akşam olmak üzereyken batıya baktığınızda Edirnekapı Mihrimah camiinin kulesine Güneş tam dokunduğunu… Hemen başınızı doğuya çevirip Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camiine baktığınızda da ayın iki minare arsından yükseldiğini görürsünüz…
Ha, hatta: tam tersi güneş Üsküdar’dan doğarken ay da Edirnekapı’dan batıyorsa bu daha onulmaz ikinci bir mucizevi hal olur…
Biz diyelimde bu sabır ve gayretin ispatı sizden olsun…
Bu arada Mihrimah’ın güneş ve ay anlamına geldiğini de hatırlatmakta fayda var…
Yine Mihrimah Sultanın da 21 Martta doğduğunu…
Derler ki Mimar Sinan Kanuni’nin güneş ve ay parçası kızı Mihrimah Sultan’a aşık olmuş ve aşkını bu şekilde dile getirebilmiştir.
Şimdi bunu bir başka konuya bağlayarak söylemimizi sürdürelim:
Koca Mimar Sinan bir ömre 93 cami, 52 mescit ve medrese, imaret, saray, köprü gibi toplam 375 eser sığdırmış…
Bu eserlerin her birinin en önemli özelliği: hem devirlerini yansıtmasıhem de her birinin birbirine hiç benzemez çok orijinal nevi şahsına münhasır eserler olmasıdır.
O çağlarda anlayış şudur:
İnsan orijinal bir varlıktır… Yani: Eşref-i mahluktur, şerefli varlıktır…
O yüzden ortaya koydukları eserler de o manada orijinal olmalıdır…
Her bir sanatkâr bu anlayış üzerinden yürüdüğünden “modern çağa” kadar her biri farklı içerikler sunan çok güzel eserler ortaya koymuşlardır.
Bizler günümüzde böyle özelliklerle ortaya konulmuş eserler göremiyoruz…
Hatta eserlerde imza göremiyoruz…
Çünkü her eser birinin benzeri veya aynısı… Hatta benzeri durumunda…
Çünkü modern çağ bir merkezden yönetti, tekleştirdi ve şahsiyetsizleştirdi.
Eskiden şehirler de kendi şahsiyetleri ile büyür ve kendi şahsiyetlerini koruyarak yaşarlardı.
İstanbul, Bursa, Bağdat, Semerkant, Buhara, Şam, İsfehan, Merv her biri kendine has müthiş özelliklerle doludur…
Bugün dahi bu şehirler birçok özelliği ile halâ dimdik ayakta değil midir?..
Ancak maalesef bu dönemde yükselen şehirlerin her biri birbirinin aynısı gibi…
Gecekondu mahallesi de aynıdır, elit gökdelen mahallesi de…
Orijinal olma noktasında sizlere, dünden yani tarihten, bir de bugünden birkaç örnek vermeğe çalışacağım…
Sizlere maziden: Mimar Sinan’ın iki önemli eserinden bahsetmek istiyorum…
Tabii ki Mimar Sinan deyince aklımıza hemen ustalık eserleri olan Selimiye ve Süleymaniye Camileri gelir…
Ben size isimleri aynı olan ancak özellikleri çok farklı olan iki eser: Mihrimah Sultan Camilerinden bahsedeceğim.
Evet, iki eserin adı da “Mihrimah Sultan” camiidir.
Birisi Üsküdar’da, diğeri Edirnekapı’da iki muhteşem eser…
İkisi de Osmanlı padişahı ve halifesi Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan adına yapılmıştır.
Bu iki muhteşem eserin biri kartal gibi Üsküdar kıyısına konarken, diğeri sanki bir güvercin edasıyla göklere uçmaktadır…
Evet aynen öyledir… Dikkatlice ve derinden bakıldığında Üsküdar’daki Mihrimah Sultan camii Boğazın kıyısına konmuş lakin uçmağa hazırlanmış bir kartal gibidir, sanki…
Yine Edirnekapı’daki Mihrimah sultan camiine baktığınızda heybeti ve yüksek duruşunun yanında bir de masumiyeti vardır… O da o duruşuyla sanki uçmağa hazırlanan bir güvercin gibidir…
Üsküdar’dakinin iki minaresi yani bir nevi iki kanadı varken, Edirnekapı’dakinin bir minaresi yani bir kanadı var diye yorumlarsak gayrı uçma hallerini siz yorumlayın…
Bu iki camii öyle konumda kurulmuştur ki:
Siz, 21 Mart günü sabırla Galata kulesinde bekleyip gözlem yapabilirseniz mucizevi bir olaya şahitlik edersiniz:
Neye şahitlik edersiniz biliyor musunuz…
Galata kulesinden , tam akşam olmak üzereyken batıya baktığınızda Edirnekapı Mihrimah camiinin kulesine Güneş tam dokunduğunu… Hemen başınızı doğuya çevirip Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camiine baktığınızda da ayın iki minare arsından yükseldiğini görürsünüz…
Ha, hatta: tam tersi güneş Üsküdar’dan doğarken ay da Edirnekapı’dan batıyorsa bu daha onulmaz ikinci bir mucizevi hal olur…
Biz diyelimde bu sabır ve gayretin ispatı sizden olsun…
Bu arada Mihrimah’ın güneş ve ay anlamına geldiğini de hatırlatmakta fayda var…
Yine Mihrimah Sultanın da 21 Martta doğduğunu…
Derler ki Mimar Sinan Kanuni’nin güneş ve ay parçası kızı Mihrimah Sultan’a aşık olmuş ve aşkını bu şekilde dile getirebilmiştir.
Şimdi bunu bir başka konuya bağlayarak söylemimizi sürdürelim:
Koca Mimar Sinan bir ömre 93 cami, 52 mescit ve medrese, imaret, saray, köprü gibi toplam 375 eser sığdırmış…
Bu eserlerin her birinin en önemli özelliği: hem devirlerini yansıtmasıhem de her birinin birbirine hiç benzemez çok orijinal nevi şahsına münhasır eserler olmasıdır.
O çağlarda anlayış şudur:
İnsan orijinal bir varlıktır… Yani: Eşref-i mahluktur, şerefli varlıktır…
O yüzden ortaya koydukları eserler de o manada orijinal olmalıdır…
Her bir sanatkâr bu anlayış üzerinden yürüdüğünden “modern çağa” kadar her biri farklı içerikler sunan çok güzel eserler ortaya koymuşlardır.
Bizler günümüzde böyle özelliklerle ortaya konulmuş eserler göremiyoruz…
Hatta eserlerde imza göremiyoruz…
Çünkü her eser birinin benzeri veya aynısı… Hatta benzeri durumunda…
Çünkü modern çağ bir merkezden yönetti, tekleştirdi ve şahsiyetsizleştirdi.
Eskiden şehirler de kendi şahsiyetleri ile büyür ve kendi şahsiyetlerini koruyarak yaşarlardı.
İstanbul, Bursa, Bağdat, Semerkant, Buhara, Şam, İsfehan, Merv her biri kendine has müthiş özelliklerle doludur…
Bugün dahi bu şehirler birçok özelliği ile halâ dimdik ayakta değil midir?..
Ancak maalesef bu dönemde yükselen şehirlerin her biri birbirinin aynısı gibi…
Gecekondu mahallesi de aynıdır, elit gökdelen mahallesi de…
AVM’si de… Çarşısı da…
Neden mi: Çünkü planları, betonları, demirleri, çimentoları ve hatta boyaları bile bir merkezden gelmektedir…
Yapılmakta olan fotokopi çalışması gibidir…
Hani bugünlerde insanın yerine robot koyma gayretleri var ya…
İşte sonunda olacağı budur…
Bakın Müslümanlar cami yapmaya devam ediyor…
Mesela: Ankara’da Kocatepe Camii… Evet güzel bir camiidir…
Lakin Sultanahmet camiinin benzeri gibidir…
Yine İstanbul’da Çamlıca tepesinde güzel bir cami yapıldı…
Kendine has çağdaş bir yapıyla mı, hayır… O da yine Sultanahmet’in benzeri…
Ne yapılmalı:
Kadim tarihimiz ve ihtişam yüklü eserlerimiz iyice incelenmeli ve hatta sindirilmeli ve onların ışığında çağı yansıtacak onlardan da izler olacak çağdaş eserler verilmeli…
Bugünkü öncülerin yapacağı en önemli iş budur…
Ha, benzer kıpırdanmalar var mıdır, tabii ki var, fakat çok cılızdır…
Bu konuya hayati önem verilmelidir… Sanatçılar, mimarlar, yetkililer seferber olmalıdır…
Umutsuz değiliz… Çünkü, artık düşünen ve iyi yorumlayabilen gençlerimiz var…
İbrahim Hakkı Gündoğdu
DÖŞ DEFTERİMDE (D) DÖNENCESİ
Dururum, durduramam düşlerimde düşüncelerimi
Düşüncelerim derûnî, derinden deşer dertlerimi
Dermanım dünün dehlizlerinde dolaşır durur
Doludizgin düşer; dünden, doru dağlardan
Dermanıyla dayanır, dertler dost diyerek dergâhıma
Dertler dermanımdır; dağıtamam, dindiremem...
Dumanlı dağların dostuyum, derttaşıyım
Dağlardan dererim, dâr-ı dünyamın düşlerini
Derdestlerim düşümü, duygularla diriltip
Döş defterime dürerim, duygularımın dibâcesini
Duman duman dolsa da döşüme döşüme dağlar
Dağların dumanlarıyla dağlarım, dertlerimle döşümü...
Dâr-ı dünyada divânındayım dehşetengiz dakikaların
Derkenarında dilzâde dileklerle dururum dingin
Dilâver duruşumla dolaşırım dağlarımın doruklarında
Deliceler dolaşır, dokunurlar dallarıma dikkatle
Dilenirim dupduru Dilâra'mdan dildâr duygular
Divitim, dilekçeme dosdoğru dizer dileklerimi...
Duymak, düşünmek Dilâra'yı, devlettir, dersaadettir
Duyuyorum, düşünüyorum Dilâra’yı doludizgin durmadan
Dertleniyorum dizlerime dokuna dokuna dilimde dualar
Dertlensem de dermansız değilim, devâm derûnumda duruyor
Dertleşiyorum, düşürüyorum duygularımı dilimden
Dantel dantel dokuyorum, demlendiriyorum düşüncelerimi…
Denkliyorum, dizi dizi diziyorum döş dehlizime
Dolduruyorum dünde duran dün defterime dizelerimi
Defterini dürüyorum duygusuz dünya düzeninin
Dağılıyorum darmadağın düne dair dilekçeler dağıtıp
Dünyamla denk dönen, düzenle deriliyorum, diriliyorum
Dilleniyorum diğergâm, derya denizlerin dönemecinde…
Deli diyorlar, doğrudur dualarımın delisiyim
Dayanağım dualarımdır daima dostça dokunduğum
Duldalanıyorum dervişçe dualarımın düzlüğünde
Dilimde dönüp dururken dildaşlığım, darı devranım
Dua durağım döşümdür, dualarım donanmamdır dupduru
Dümenini değiştirmiyorum dualarımın dünyanın davetine…
Düşsüzlük düşkünlüktür, düşler derlerim destanî
Delik deşik deşilse de, dağlansa da düşlerim
Değirmence dönerim, dirilirim derviş dönencesinde
Damlalar değer dudaklarıma dinerim, durulurum
Davasız değilim, davam darasız duygu dağarcığımdır
Depremlere düşsem de, dermanımdır, dostumdur dertlerim…
Celalettin KURT
BU AŞK BENİM
Bırak hayal kurayım
Bu aşk benim
Rüzgarın sesinde
Denizin melodisinde
Ötüşsün bülbüller gibi yürekte sözler
Bırak hayal kurayım
Bu aşk benim
Yağmur gibi insin sevinçler
Bahçemin gülleri çiçeklensin
Karışsın mis kokulara kalp atışlarım
Bırak hayal kurayım
Bu aşk benim
Uçuşsun kelebekler içinde notalarım
Affedilsin bir bir affolmaz hatalarım
Salınsın göklerde ışıl ışıl duygularım
Bırak hayal kurayım
Bu aşk benim
Dans etsin sihirli bir tuvalde renkler
Özgürleşsin zincire vurulmuş melekler
Yıldızlarla yarışsın pırıl pırıl düşler
Bu aşk benim
Bu aşk benim
Gülşen Kırmacı
SAHİPSİZ BIRAKILMAMALI
Her giden geride bir türkü bırakarak gitti. Her türkü bir adanışın dile gelmesiydi. Zaman, mekan ve olaylar ne kadar değişirse değişsin gidenler dönememiş, kalanlar kavuşamamıştır.
“Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor…”türküsü cepheye uğurlamanın tek kanıtıydı. Uğurlanan yüreği yaşından büyük koca yürekli kahramanlar. Her birinin yüreği vatan kadardı. Daha önce hiç görmediği, adını daha önce hiç duymadığı vatan toprağı için bir destan yazdılar, yedi düvele karşı.
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor…”türküsü cepheye uğurlamanın tek kanıtıydı. Uğurlanan yüreği yaşından büyük koca yürekli kahramanlar. Her birinin yüreği vatan kadardı. Daha önce hiç görmediği, adını daha önce hiç duymadığı vatan toprağı için bir destan yazdılar, yedi düvele karşı.
“Ah o yemendir gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir” Türküsü ise ağır bedeldir. Kumundan çok haini olan o beldeler artık bizim değildi. O beldelerdeki şehitlerimiz kutsalımızdır.
Giden gelmiyor acep nedendir” Türküsü ise ağır bedeldir. Kumundan çok haini olan o beldeler artık bizim değildi. O beldelerdeki şehitlerimiz kutsalımızdır.
“Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah” Türküleştiren kınalı kuzuların kurban oluşunun destanıydı, Çanakkale. Ülke kurtulsun diye, kınalı kuzularını bir daha göremeyeceğini bile bile uğurlayan mübarek analar.
”Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizar olamaz.” Parolası ile gece gündüz demeden düşmanı it koğar gibi bu topraklardan koğan kahramanlıklarımızı saymanın sonu gelmez. Bu topraklarda ne kahramanlar biter ne de Mustafa Kemaller.
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
Altın güneş orda sırmalar saçar.
Altın güneş orda sırmalar saçar.
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar.
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa;
Adın yazılacak mücevher taşa.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa;
Adın yazılacak mücevher taşa.”
İzmir’in dağlarındaki çiçekler hep açmalı… Güzel kokusunu bütün yurt hissetmeli… Güzel ülkemizin güzel insanları güzelliklerle sevinmeli
Bu topraklar vatan olamaya devam edecek/etmeli. Çünkü toprak altında yatan kınalı kuzular terk edilmemeli, şehitlerimiz yattıkları yerde emin olmalı… Dünyalar verilse bile bu cennet vatan sahipsiz bırakılmamalı,
"Sahipsiz olan vatanın batması haktır.
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır."
ÖKKEŞ YÜKSEL
Mehmet OSMANOĞLU
ÇAĞ SIZISI
nedir bu sözlerimde kanayan ızdırap
harflerin suretine bürünmüş ince sızı
çıkmalıyım gün doğmadan bu puslu şehirden
çağ yangını yürek evimi sarmadan
şimşek hızıyla birden üstüme ağan
nedir bu sözlerimde kanayan ızdırap
yıllanmış yaralar kalbimin atlasında
doğudan ve batıdan yüklendiğim
şu damlayan inciler yetimlerin gözünden
arşa yükselir kalbimin ortasından
hüzün tohumları çatlar göğsümde
yıllanmış yaralar kalbimin atlasında
sırtımda yüklenilmiş ne varsa vebalden yana
yetimin, mazlumun, yoksulun âhından mülhem
tıka basa öğünler, tartılmamış kelamlar
bozulmuş tövbeler sadrımda ne ağır yük
kapıdan kovsam döner bacadan girer
sırtımda yüklenilmiş ne varsa vebalden yana
ben bu rahatlığı hak edecek ne yaptım
kana bulanırken Arakan
Urumçi'den yükselirken feryatlar
Kudüs boynunu bükerken nicedir
kıyıya vururken mülteci çocukların bedeninde vicdanlar
gülmeyi unutmuşken masum ve mazlum dudaklar
al şuursuz kahkahalarımı Rabb'im sesimden
umarsızlığımı kalbimden
yüzüme diğergamlığın gölgesini düşür
kalbime titreme
elime İbrahim cesareti ver
bunca dalmışken dünya kentine
sırtım nasırlaşmışken bu vebal yükünden
ben bu rahatlığı hak edecek ne yaptım
affet Allah'ım.
GÜL VAKTİYLE GEL
Gülistan düşlerim, hasretim büyük
Geleceksen cânım, sevdan ile gel
Bitir sürgününü, bekletme yeter
Bahar bahçe ol da, gül vaktiyle gel.
Baharım, yazım ol, sensiz eyleme
Vaktini gurbette, bensiz eyleme
Gelirsen gönlüme, acı söyleme
Kara bahti sil de, gül vaktiyle gel.
Vakti seher eyle, rüzgârın getir
Nasibîni topla, ruhuma yetir
Hasretini artık, ne olur bitir
Aşk bohçanı al da, gül vaktiyle gel.
Siteme uğratma, dilim yanmasın
Beyhude düşlerle, aklım kanmasın
Bir ömür yüreğim, seni anmasın
Muradımı bil de, gül vaktiyle gel.
Dağlarda ezgiler, söylerim şimdi
Sînemi dertlerle, eylerim şimdi
Sen yoksan sılada, neylerim şimdi
Al sazını çal da, gül vaktiyle gel.
DOĞRU DURUŞ
Kitap işini bırak en iyisi karpuz sat
Kitap işini bırak en iyisi karpuz sat
gübresini bolca ver kalemi çöpe fırlat
şairlik yürek işi para kasası değil
senin derdin para da okuru rahat bırak
“Hocam” dedi, “şimdi bana bak, aslanın ağzından!” diyerek yerinden fırladı. Bölgesiyle ilgili araştırma kitabı yazan öğretim üyesi, hafifçe başını kaldırdı, gözlüğünün altından seyretmeye başladı. Kendinden beklenmeyen bir kıvraklıkla on şair ve yazarın yan yana oturduğu standın en uç noktasına kadar giderek, kitaplara bakan beş kişilik aileyi, aldığı gibi kendi masasının önüne getirdi. “Kitap” dedi, “ben” dedi, “yazar” dedi, “hediye, gençler için doğru duruş” diye sözcüklerden bir karışım yaptı. “İsim” dedi yazdı, “Hediyesi elli TL” dedi. Anlam veremediler “hediye” ve “elli TL’ye”. Ama parayı verdiler. Bana dönüp, sanki büyük bir iş başarmışçasına; “Hocam nasıl,” dedi. “Bir de yazarlar için doğru duruş yazsana” dedi öğretim üyesi.
Zekeriya ÇAKABEY
YOLCU
Merak ediyordu işte! Hangi kente gidiyordu bu otobüs, ya da hangi kentin hangi kasabasına?
Ne aradığını bilmeyen bir yolcunun aradığı şeyin hangi coğrafyada hüküm giydiğini öğrenmesi, pek de önemli olmasa gerekti ama yine de merak etti. Anlatmayı denese anlatabilir miydi göğsünün içindeki sızıyı, sızının rengini ve boyutunu; hatta kaç metrekare yer kapladığını, gün içinde kaç defa, kaç parçaya bölündüğünü? Avuçlarında çırpınan bu arayışın hangi gökyüzünü, renklerin hangi tonuna boyadığını?
Şoförün hemen arka koltuğunda oturuyordu, kafasını geriye doğru çevirse kendinden başka herkesin uyuyor olduğunu görecekti. Tuhaf bir yabancılık hissine kapıldı. Bilinmez bir bulutun içinde kaybolan yağmur damlası gibi afallamıştı. Oysa bedenini uykunun kollarına bırakmak yerine, gecenin dağıttığı güzellikleri toplamak, ne kadar da zevkliydi. Ayrıca uykuya yenik düşmek, aradığı huzuru bulma şansını kaybetmesine sebep olmaz mıydı?
Bu yolculuğun nereye olduğunu bilmediği gibi kaç gün, kaç hafta, hatta kaç ay süreceğini de bilmiyordu. Aradığı şeyin gölgesine rastlayana kadar da bitirmeyecekti yolculuğunu. Değil aylar, yıllarca sürse de ötelere yaptığı bu sancılı seferin ardı arkası kesilmeyecekti.
Aşk mı kokuyordu gecenin şehla bakan gözleri, yoksa güneşten aşırdığı renklerle yaralı bir ceylanın hıçkırığını mı onarıyordu.
Geçmişin boşluğu, geleceğin umudu birer birer ilmiğini dokuyordu asfalt yollara. Bindiği kaçıncı otobüs ya da uğradığı kaçıncı otobüs terminali olduğunu kestiremiyordu artık. Bazen o maviye yaklaştığını hissediyor ama bir türlü göremiyordu. Fakat çok iyi bildiği bir şey vardı ki; o da, içindeki boşluğa sebep olan o sürgülü, kara kapıyı bulamadığıydı. Ve yine çok iyi
biliyordu ki yerle gök birleşene kadar o sürgülü, kara kapıyı aramaktan vazgeçmeyecekti. Adını bile koyamadığı mavi huzur, o kara kapının ardında kendisini bekliyordu. Er ya da geç onu bulacak, elleriyle açtığı göğüs kafesinin içine, o maviliği tutsaklayacaktı Ziya.
Neydi acaba aradığı şeyin ismi? Aşk mıydı, yoksa bir yağmur damlası mıydı anne şefkatinde akşamın eteklerinde bekleyen? Belki de kilitli bir sandığın içinde saklıydı mavilik? Kendini eksik bırakan bu varlığın eşkâlini bilmiş olsa, onu bağlı olduğu yerden koparıp almak çok daha kolay olacaktı, bunu biliyordu.
Ne kadar da zordu, bilmediği bir baharı her mevsimin içinde sorgulamak. Saatini hangi iklime ayarlamalıydı? Bir dağ olsa, en zirvesine kadar tırmanacak; değirmen olduğunu bilse, rüzgârla koşup pervanelerinin girdabına kapılacaktı.
Saatine baktı. Vakit sabahın üçünü gösteriyordu. Gökyüzü, siyahî bulutların arasından birilerine öfkelenmiş gibi gürlüyor, yol kenarında bekleyen ağaçlar, rüzgârın uğultusundan ayakta durmakta zorlanıyordu. Otobüsün buğulu camlarında, geçmişten iz bırakan anılar sinemasının tekrarı vardı. Bir geçmişi kucaklıyordu Ziya, bir de geleceğin yüklükte bekleyen sürprizler bohçasını. Yalansız bir sözcük döküldü dudaklarından istemsizce: “Anne!” Nasıl da özlüyordu, ufukta kendine gülümseyen şefkatli annesini. “Annem!” dedi bir kez daha. Yüreğinden seslenen garip bir hasret türküsü.
Kuvvetli bir çarpma sesiydi Ziya’nın son hatırladığı. Kalkmak istediği yerden bir türlü doğrulamadı. Yolun yorgunluğuna dayanamayıp uykuya daldığını düşündü.
Kâbus mu görüyordu yoksa? Neden ayaklarını oynatamıyordu? Başında uğuldayan bir şeyler olduğunu hissetti. Kafasının altından sızan sıcak ıslaklık ellerine değdi. Kafasının kanadığını düşünüyor olsa da, karanlığın koyuluğunda düşündüğü şeyin doğruluğundan emin olamadı.
Ambulans ve polis arabalarının siren sesleri birbirine karışırken, her şeyin bütün bütün karardığını anlayamadı. Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Gözünü açtığında beyaz üniformasıyla başında bekleyen bir hemşirenin kendisine serum taktığını gördü. Şaşkın bakışlar altında ne olduğunu anlamaya çalıştı. Hemşire, onun konuşmasına fırsat vermeden kaza geçirdiğini, müşahede altında tutulduğunu söyledi.
Öteki olmak neyi değiştirir veya ötelerde olmak? Hayatın yeknesaklığındaki herhangi bir musibet ya da minik farklılıklar yaşamın anlamını değiştirmeye yetmez miydi?
Aradığı huzur uzakta değildi, kendi içindeydi. Yeni hayatına başlayabilme umudu ile başını pencereden tarafa çevirdi. Yeni yağmış kar billurluğundaki bembeyaz bir bulutun pencereden geçtiğini gördü. Bulutun fonu, masmaviydi.
Gülçin Yağmur Akbulut
CEVAHİR KADRİ
Odanın girişine kurulmuş kuzine sobanın içinde yanan odunlardan çıtır çıtır sesler geliyordu. Vakit akşama doğruydu.Sobanın deliğinden tavana yansıyan ateşe dikmişti gözlerini Cevher.Minderin üzerine kedi gibi kıvrılıp derin düşüncelere dalmıştı.Vücudunu ısıtan ateş,buz gibi yüreğini ısıtmaya yetmiyordu.Belki de bu,sobanın yanına son kıvrılışıydı.Artık önünde hayatın kıvrımlı yolları vardı.Kim bilir onu bu zorlu yolculukta neler bekliyordu?İçinde sadece belirsizliğin verdiği büyük bir korku vardı.
Yarın korkulu rüyasının üçüncü günüydü. Kabuslar bile bir gece sürüyordu en fazla. Onun kabusunun ne zaman biteceği meçhuldü.
Şiddetin ve korkunun hakim olduğu, dışı içinde yaşananlara tamamen zıt bir güzelliğe ve sükunete sahip, iki katlı, ahşap, yemyeşil bahçesi olan köy evinden, çok sevdiği bir insandan ayrılırken bir türlü kopamayanların hüznüyle ayrılacaktı.Tam bu düşüncelere dalmışken, ahşap kapı gürültüyle açıldı; içeri ayağında şalvarı, başında yemenisiyle tonton, sevimli bir o kadar da aksi annesi girdi ve Cevher’e öfkeyle seslendi.
—Neden yatıyorsun hala, kalk da bir işin ucundan tut! Bu tembellikle nasıl evleneceksin?
Cevher, annesinin sesiyle irkildi ve yattığı yerden doğruldu. Hemen annesinin elindeki bakır ibriği alıp sobanın üzerine koydu. İbrikten sobanın üstüne düşen su damlalarının çıkardığı sese bayılırdı, yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Annesi ona “git bahçeyi süpür hemen.” dedi. Cevher odadan çıktı, ahşap balkonun köşesindeki çalı süpürgeyi ve küreği alıp merdivenlerden aşağı indi, hızla bahçeyi süpürmeye başladı. Her bir süpürge darbesinde doyamadığı çocukluğunu hayal ediyor, süpürdüğü yaprakların hışırtısına karışan çocukluk anılarını da bir bir toplayıp çöpe atıyordu sanki. Etrafını saran rengarenk çiçekler boyunlarını bükmüş, gitme diye yalvarır gibi onu kucaklıyordu. Çiçeklere gözleri dolu dolu bakıp kokularını içine çekti. Sonra az ilerde balkonun altında duran tahta kızak gözüne takıldı. Kızağı babası yapmıştı. Cevher’in en çok eğlenip mutlu olduğu zamanlardı karda kızakla kaydığı kış günleri...
Bir anda burnuna mis gibi kokular geldi ve daldığı hayallere ara verip tertemiz ettiği bahçeden yukarı çıktı. Elindeki süpürgeyle küreği aldığı yere bırakıp mutfağa girdi. Annesi çorba koymuştu ocağa. Kokuyu içine çekerken babasının sinirlenince söylediği söz çınladı kulağında. ”Sana çorbamı içirmem!” İşte bu, evinde içeceği son çorbaydı...
Akşam olduğunda babası eve geldi. Yarın yapılacak düğün yemeği için aldığı erzak poşetleriyle doluydu eli. ”Cevher gel çabuk, al şu elimdekileri” diye bağırdı. Bu sinirli seslenişi bile özleyeceğini düşündü ve koşar adımlarla gidip poşetleri aldı.
Babası tonton, orta boylu, saçları seyrek, buğday tenli, yuvarlak yüzlü, geniş burunlu, sert mizaçlı bir adamdı. Sevgi görmediği, sevgisini gösterememesinden belliydi. Çocuklarını hiç kucağına almaz, onlara sevgi sözcükleri söylemezdi. Bunda kendi anne babasıyla yaşamalarının da etkisi büyüktü. Geleneklerine göre büyüklerin yanında çocuk sevmek ayıp karşılanırdı.
Akşam yemeği vaktiydi. Herkes yer sofrasının etrafında toplanmıştı. Cevher’in usul usul yanağından süzülen göz yaşları, kaşık seslerini bastırıp sofradakilerden birinin dikkatini celbetmeye yetmemişti. Herkes karnını doyurunca sofra alelacele toplandı. Yarın erken kalkmaları gerektiği için işlerini bitirip hemen yatmışlardı. Herkes yatağına çekilmiş uyurken Cevher’in gözleri yine sobanın deliğinden tavana yansıyan ateşe takıldı ve derin derin düşüncelere daldı. Henüz on beş yaşındaydı. Evlilik nedir bilmiyordu. Evlilik denince aklına sadece anne ve babasının şiddetli kavgaları geliyordu. Eşi olacak kişi de dahil, bundan sonra birlikte yaşayacağı ailedeki insanların hiçbirini tanımıyordu. Onlara nasıl ayak uyduracaktı. Bu karmaşık duygulardan bir an sıyrılıp kafasını kaldırdı ve uyuyan kardeşlerine uzun uzun baktı. Onların özlemine nasıl dayanacaktı? Hazin bir iç çekişten sonra uyuyakaldı.
Sabah erkenden annesi onu dürterek uyandırdı. Burnuna kuzine sobadan yayılan mis gibi ekmek kokusu geldi. Annesinin yaptığı ekmek kokusuyla uyanmak en çok özleyeceği şeylerdendi. Yine alelacele kahvaltılarını yapıp sofrayı kaldırdılar.
Cevher mutfaktan çıkıp dağ manzaralı yüklük odasına girdi. Pencereyi açtı, yeni yeni sararmaya başlamış, yeşilin her tonunu üzerinde barındıran ağaçları seyre daldı. Dağlardan süzülüp ağaçların mis kokusunu getiren rüzgarı içine çekti. İlerde çağlayanlar gibi coşan köy suyunun gözü, Cevher’in gözyaşlarına yarenlik ediyordu. Bu eşsiz manzara Cevher’e her zaman huzur verirdi. Pencereyi kapatıp balkona çıkmıştı ki gelen misafirlerle karşılaştı. Gördüğü tanıdık simaların hepsi sanki bugün birer yabancıydı. Kimseye hoş geldiniz demek bile içinden gelmiyordu. Ev kalabalıklaştıkça Cevher’in kalp atışları hızlanıyor, gitme vaktinin yaklaştığını düşündükçe göz yaşlarına hakim olamıyordu.
Ve işte ayrılık vakti gelip çatmıştı. Cevher beyazlar içindeydi. Eliyle üzerindeki gelinliğe dokunuyor, “ben bunu giyecek kadar büyümedim ki daha” diyordu içinden. Aynadaki yansımada lüle lüle, upuzun saçları, incecik narin bedeni, göz yaşlarıyla yıkanmış tertemiz bakan gözleri, buruk hüzünlerin meskeni olan ışıl ışıl yüzüyle, adeta melek gibi görünüyordu.
Birazdan, üç gün önce gördüğü yabancı, kapıda belirdi ve Cevher’i koluna takıp bahçedeki arabanın yanına götürdü. Cevher, kendisi için süslenmiş gelin arabasına binecekti ki İhsan ve Asım, ablalarının eteğinden tutup; “ abla gitme” diye ağlamaya başladılar.”Ablaları onlara dönüp göz yaşları içinde sımsıkı sarıldı ve kardeşlerinin yaşlı gözlerinden öptü.”Sonra daha ilerde mahzun mahzun bakan diğer kardeşleri Macide,”Sıddık ve Nadide’ye el sallayıp arabaya geçti.”Arabanın içindeki yabancılar Cevher’in gözünden süzülen damlalara kayıtsız kaldılar.”Meçhule doğru yolculuk başlamıştı.
Arabanın arkasından su dökenler, kıymetini bilemedikleri Cevher’in gencecik yaşta eşini kaybedip iki küçük çocukla baba ocağına ,döktükleri su gibi çabuk geri döneceğini nerden bileceklerdi?. ”Cevahir kadrini cevherfüruşan olmayan bilmezdi.”
TUĞBA TEZCAN AKKURT
HİKÂYEM
Varlık ile yokluk parantezinde,
Anlaşılabildiğim kadardı hikâyem.
Belki ihtişamlı bir cümle değildim öyle
Kısaydım, özdüm ve samimiydim.
Uzun ve süslü betimlemeler
Yakışmazdı adımın önüne,
Kimsenin hiç kimsesi değildim.
Belki ondan âsûdedir gönül bahçelerim.
Bağım bozulmuş, tarumar olmuş ne gam?
Kayan yıldızlardan ışık devşiririm.
Sade biri olarak geldim dünyaya.
Kayda değmezdi benim ünlemlerim.
Hükümsüzdür noktalarım, virgüllerim.
Düz cümlelerle yazılmış hikâyem benim.
TEZAY TEZCAN AKKURT
SEVGİYİ Mİ UNUTTUK…… Deneme
İnsan olmanın özünde sevgi gelmektedir. Sevmek ve sevilmek onun en önemli insan olma özelliğidir. Sevme yetisini kaybetmiş bir insan, hayatla olan bağını koparmış demektir.
İnsan olarak elde ettiğiniz maddi ve manevi kazanımlarınızı paylaşabileceğiniz sevdikleriniz yoksa, bu kazanımlarınız sadece kendinizde kalacaktır. Sizinle sevinecek, sizinle üzülecek bir sevdiğiniz yoksa kimseniz yok demektir.Sevmiyorsan dostun yoktur, arkadaşların yoktur. Sadece aynı ortamda aynı menfaatler için bir aradasınız demektir. Başarına verilen tepkiler bile, yapmacık kutlamalardan ibarettir.Sevmiyorsan üzüntün de kimseyi ilgilendirmez. Göreceğin yüz mimikleri de yapmacıktır. Bunlar da insanın mutsuzluğuna sebep olur.
Günümüz toplumunda, gördüğüm kadarı ile sevmeyi unuttuğumuz için, sevilmeyi de hak etmiyoruz kanaatindeyim. Sevgisiz bir toplum olma yolunda hızla yol alıyoruz. Sevgi olmayınca hoşgörü ve karşımızdakini anlama yeteneğini de kaybediyoruz. Sevgiyle birlikte kaybettiğimiz en büyük özelliklerimizden birisi olan saygıyı da kaybediyoruz. Sevgisiz ve saygısız bir toplum olarak meçhule doğru gidiyoruz.
Örnek mi? Hastaneye gidiyoruz, doktoru daha dinlemeden ona saldırıyoruz. Trafikte her an birbirini öldürmeye varan sevgisiz ve saygısız magandalarla karşılaşıyoruz. Bunun sonucu olarak da trafikte yahut bir sırada beklerken, başınıza hiç hak etmediğiniz nelerin geleceğini bilememenin ürkekliği içinde yaşamak zorunda kalıyoruz.
Bu toplumda, sohbet ederken karşına hemen seni yargılayan birinin çıkması çok olasıdır. Kendi fikrini sunarken, senin fikrine saygı göstermeyen bir toplumda yaşamanın ne kadar zor olduğunu ancak yaşayarak anlayabilirsiniz.
En acı günümüzde , bir taziye yerinde dahi tartışmaların yapıldığı ortamlara şahit oluyoruz. Aile içindeki fertlerin birbirlerine saygısız davranmaları, aile içinde uzaklaşmalara neden oluyor.
Ne yazık ki kahvede, hastanede , trafikte, okulda, dairede, her yerde bu ve buna benzer olaylara şahit olmaktayız. Milletvekillerinin bile mecliste birbirlerine olan saygısızlığı, toplum içindeki en kötü örneklerden biri olmuyor mu?. Birbirlerinin fikirlerine saygı duymadıkları için, zaman zaman toplum menfaatine olan kararları bile onaylamadıklarına şahit olmuyor muyuz?. Her geçen gün artan cehalet bu seviyesizliği, sevgisizliği ve saygısızlığı daha körüklemektedir.Toplum olarak sevmeyi ve sevilmeyi unuttuğumuz için, her geçen gün, dünya toplumları liginde hızla daha alt seviyelere indiğimiz gerçeği bize acı veriyor.
Bu hastalıktan nasıl kurtulmalıyız sorusuna odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Sevgiden uzak cahilce saldırılar cezasız kalmamalı, eğitim ciddi bir şekilde ele alınmalı. Aileler öncelikle devlet ve sivil toplum kuruluşları tarafından eğitilmeli diye düşünüyorum.En başta kitap okuma özendirilmeli. Sosyal medyadaki yalan yanlış haberler engellenmeli. Şu an eğitim aracı gibi görünen telefonlardaki gerçek dışı bilgilere erişim engellenmeli.
Toplum olarak bu seferberliği yapmak zorundayız. Yoksa Afrika ülkeleri sevisinde bir toplum olacağımız endişesini taşıyorum.Bir Müslüman toplum olarak, iyi ve güzel ahlakı gösteren Peygamberimizin çizgisinde ilerlemeliyiz.
Birer edebiyatçı olarak biz şairlerin , yazarların ve sanat insanlarının bu amacı görev telakki etmemiz gerektiği düşüncesindeyim.
Haluk BESLER
BİR AKŞAM SONRASI
Havalar soğuk ve titrek
Girdim bir kafeye sessizce
Oturdum bir köşeye görmeden kimse
Şairler okurken şiirlerini
Mısradan mısraya mâzîyi dolaştım
Yıllar ne çabuk geçti derken
Bir demli çay sesinde uyandım
Erkekler kadınlar ve gençler
Dağıtmak için yorgun umutları
Doldurmuşlar tahta masaları
Kahve çay yanında nevalesi
Yudum yudum içilirken
Azalır yorgunlukları
Unutulmak istenir o günün hikayesi
Bir gitar tınısında slov şarkılar
Alır seni götürür mazinin
Hüzün dolu hatıralarına
Canlanır gözünde açılır perdeler
Umutsuz sevdalarımı hasret gölgeler
Mazi pınarlarından dolan bâdeler
İçerken çayın demine karışır
Bir türlü durduramadığım şu zaman
Âh.. Niye hep benimle yarışır
Her masada koyulaşırken dostluklar
Bir âşina yüz aradım ki heyhat!
Hatırladım yine yalnızlığımı
Zira bir benmişim orda ihtiyar
Uzaktan seyretseydin buruk halimi
Koşarak yanıma gelirdin ey yâr
Hoşgeldiniz dedi bir genç kız aniden
Elinde benim kitabım heyecanlandım
İzin istedi şiir okumak için
Sevda Kervanları'ndan
Teşekkür ettim, buyurun dedim
Başladı şiir okumaya gitar çalarken
Herkes sohbetinde dinleyen çok az
Umarsız ilgisiz sanki duygular
Okuyamadı o güzelim şiiri genç kız
Dönüp bakmadı masalardan hiç biri
Döküldü yerlere bozuk paralar gibi
Özenle yazdığım güzel mısralarım
Titredi kalem titredi parmaklarım
Öksüz kaldı sanki şiirimden utandım
Oysa onlar benim has yavrularım
Heyhat! Kırıldı hevesim
Kırıldı umutlarım
Bana geldi şimdi şiir sırası
Farkedilmiştim birden davet edildim
Gitaristin oturdum yanına
Seslendim bir ahşap sandalyeden
Yaşlı bir adam saç sakal beyaz
Meraklı bakışlar hayrette biraz
Okurken şiirimi sesler kesildi
Şiiri Şairi hissederken ruhlar
Sordular birbirlerine kim bu ihtiyar
Susuverdim birden dedim nerde alkışlar
Bitirdim şiirimi vakur bir sesle
Kalktım ayağa memnundu bakışlar
Hayranlıkla coştu uzun alkışlar
Topladım yere düşen mısralarımı
Bağrıma bastım hepsini tek tek
Nokta virgüllerle beraber
Yürüdük hep beraber çıktık dışarı
Görülmeye değerdi hayran bakışları
Hâlâ arkadan duyuluyordu alkışları
Bir akşam sonrası
Havalar soğuk ve titrek
Kaldırdım paltomun yakasını
Yürüdüm bir hayli sevinerek
Üşüdüğümü hiç hissetmeden
Yürüdüm ıslak kaldırımları
Geçtim loş ışıklı sokaklardan
Sessiz kıvrımlı kestirme yollardan
Eve geldim selamladım mısralarımı
Yeniden kucakladım can yoldaşlarımı
Hanifi YILMAZ