1956 da ilan edilen Islahat Fermanı, bütün Osmanlı tebaasının kanun önünde eşit sayıldığını, herkesin can, mal ve namus dokunulmazlığının devletin güvencesi altında olduğunu açıklayan Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu (Tanzimat Fermanı) yeterli bulmayan Batılı devletlerin, Osmanlı tebaası müslümanlar ile gayri müslimler arasında bazı siyasî ve hukukî farklılıkların bulunduğunu ileri sürerek daha köklü reformlar yapılmasını istemeleri sonucunda hazırlanan ferman olup Osmanlı tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Viyana’da toplanan konferansta tespit edilen dört esastan sonuncusu, gayri müslimleri müslümanlarla eşit haklara kavuşturacak yeni bir ıslahat programının ilânını şart koşuyordu. Gayri müslimlere verilecek haklar, Avrupa devletlerinin müşterek teminatları altına alınmak üzere özel bir madde ile barış antlaşmasına eklenecekti. Bâbıâli, kendi iç meselesi olan ıslahat konusunun antlaşmaya eklenmesinin hâkimiyet haklarına zarar vereceğini, bunun ayrıca devletler hukukuna da aykırı olduğunu ileri sürerek teklifi reddetmesine rağmen uluslararası bir anlaşmanın maddelerine eklenmesine mâni olamadı.
Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’na göre daha ayrıntılıydı. Tanzimat Fermanı bütün Osmanlı tebaasını ilgilendiren genel prensipler koyarken Islahat Fermanı tamamen müslüman olmayan Osmanlı tebaası ile ecnebilere ait hükümler içeriyordu. Gayri müslimlerin Osmanlı toplumundaki eski statülerini büyük ölçüde değiştirmekte ve onların durumlarını yeniden düzenlemekteydi. Ferman, Osmanlı tebaası gayri müslim unsurların hukukunu, müslüman tebaa ile eşit hale getirmek amacını taşımakla birlikte müslüman kesimi doğrudan ilgilendirebilecek, anlamı cümle aralarına sıkıştırılmış hususları da içine alıyordu.
Osmanlı ülkesinde her din ve mezhebin icrasının serbest olduğu ve hiç kimsenin din ve mezhep değiştirmeye zorlanmayacağı hükmü sadece gayri müslimleri değil müslüman kesimi de kapsayacak bir ifade şeklinde zikredilmişti. Dolayısıyla daha fermanın neşrinden önce toplanan komisyonda İngiliz elçisinin İslâmiyet’ten ayrılmayı yasaklayan şer‘î kanunların değiştirilmesi teklifi bir bakıma satır aralarında da olsa yerini almış oluyordu.Ferman esas itibariyle sadece gayri müslim tebaaya yönelik olarak algılandığından bu önemli genel nitelikli ifade dikkatlerden kaçmış ve pek iyi kavranamamıştır.
Tanzimat Fermanı ile Islahat Fermanı hazırlanışları bakımından da önemli farklılık arzetmekteydi. Birincisi, dış tesirlerden çok iç dinamiklerin zorlamasıyla Osmanlı devlet adamlarınca hazırlandığı halde ikincisi tamamen dış baskılar sonucunda yabancı temsilcilerle birlikte hazırlanmıştı. Tanzimat Fermanı devletlere tebliğ edilmekle birlikte herhangi bir taahhüde girilmemişti. Fakat Islahat Fermanı’nın Paris Antlaşması’nda özel bir madde halinde zikredilmesi devleti taahhüt altına sokmaktaydı. Bu yüzden Tanzimat Fermanı’nın mimarı sayılan Mustafa Reşid Paşa, Islahat Fermanı’nın ülkeyi tahrip etmek için Avrupa’ya verilmiş bir silâh olduğunu ileri sürüyordu. Bu tâvizleri veren Âlî ve Fuad paşaları da hainlikle itham ediyordu.
Beklenenin aksine Islahat Fermanı’na en büyük tepki gayri müslimlerden geldi. Görünüşte hâkim millet müslümanlarla aynı seviyeye gelmelerine rağmen özellikle eşitlik ilkesine karşı çıktılar. Bilhassa Rumlar müslümanların üstünlüğüne razı olduklarını, ancak Ermeni ve yahudilerle bir tutulmalarını asla kabul etmeyeceklerini ifade ediyorlardı. Gayri müslimlerin tepkisine sebep olan hususlardan biri de askerlik yükümlülüğü idi. Din adamları da fermandan hoşlanmadılar. Cemaatlerinden haraç şeklinde aldıkları aidatın kaldırılarak maaşa bağlanmaları, göreve başlarken devlete sadakat yemini etmeleri, din adamlarından oluşan sinod meclisine halktan da üye seçilmesi gibi hususlar patrik ve metropolitlerin büyük tepkisine yol açtı. Islahat Fermanı ile gayri müslimlere ve ecnebilere özel haklar tanınması, imparatorlukta edindikleri maddî zenginliklerine şimdi politik hakların da ilâve edilmesi müslümanların da tepkisine yol açtı. Bazı müslümanlar, atalarının kanlarıyla kazanılmış olan millî ve mukaddes haklarının kaybedildiğine, hâkim millet olma vasfının yitirildiğine inanıyorlardı.
Gayri müslimler devletin çeşitli kademelerinde görev aldılar. Fakat askerlik konusunda aynı başarı elde edilemedi. Cizye vergisi kaldırılarak gayri müslimlerin de askere alınması kararı uygulanamadı. Nihayet 1857’de çıkarılan bir kanunla gayri müslimlerin askerlik hizmetine karşılık “bedel-i askerî” adlı bir vergi ödemeleri kabul edildi. Osmanlı toplumunun birbiriyle kaynaşmasında en büyük rolü oynaması ümit edilen bu önemli reform da başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Gayri müslimler II. Meşrutiyet’in ilânına (1908) kadar askerlikten muaf tutuldular.
Sonuç olarak fermanın, şeriata aykırı hükümler ihtiva ettiği gerekçesiyle müslümanların vicdanını zedelediği ve devrin hükümdarını tahttan indirmek, hatta öldürmek amacıyla birtakım tertiplere dahi yol açtığı (kuleli vakası), hulâsa devletin dayanmakta olduğu hukukî nizamı büyük ölçüde değiştirip gayri müslimleri zimmî hukukun dışına çıkardığı söylenebilir.