Yeryüzü hazır edilip ilk misafirini kabul ettiği günden bu yana bir bilmece ve hasret duygusuyla kıvranır durur insan ve oğulları.
Zaman kavramı derinlerde kalan hasret duygusunu epeyce bastırmış olsa da bilmece kısmı, o gün bu gün ağırlığını korur.
İnsan, yeni mekânı dünyayı çözmeye çalışırken aslında kendi çözümü için uğraştığını ne zaman fark etti bilmiyorum. Belki “Bilgi nedir?” diye sorduğunda, belki de inanç kavramının bir “Mutlak güce” ihtiyaç duyduğunu fark ettiğinde.
Görülen o ki, insanlık kendi çözümüne –farkında olsun, olmasın- epeyce önce başlamış olmalı. Bilgi çağının insanının en çok meşgul olduğu konu ise kendi çıkmaz sokağı. Bir dönem başlayan kişisel gelişim furyası, bir türlü kişiliği geliştiremedi. Hâlâ her şeyden şikâyet eder durumdayız. Kendimizi tanıyacağız derken farkında olmadan başka bir çukura yuvarlandık. Önce fert olduk sonra birey! Bireysellik ise katıksız bencillik olarak zuhur etti ne yazık ki. Herkes her şeyi hak iddia etmeye başladı. Kimse ötekine diyemiyor ki: “Kardeşim, sen, hak ediyorsun da, o hakkı hak edecek yerde misin, sorumluluğunu kaldıracak gücün var mı, yoksa sadece ‘ben olayım benim de olsun’ mantığında mısın?” İşte bu arızalı mantık yürütme kişisel bir durumdan çıkıp da başkalarının hayatını etkileme sahasına taşındığında ortaya çıkacak muhtemel sonuçları hayal bile etmek istemiyorum.
Bu sorumluluk mevzu oldum olası ağır gelir bana. Bilmem yetişme tarzımızdan bilmem içsel bir olgu.” İnsan, sözünden ibarettir. Gerisi et kemiktir.” İfade Hz. Mevlana’ya aittir. Bu cümleyi zahiren dahi anlamlandırınca kişinin omuzlarını çökertiyor. Ancak görünen o ki, bireylerin böyle bir dedi yok.
Memleketimizin yeni ikliminde, mevsimin getirdiği hareketliliği gözlemleyince her birey gibi önce kendimi düşündüm ardından da sorguladım. “Sahi, sen olsan bunca sorumluluğu almaya gözün keser miydi?” Samimi cevap, “Boyundan büyük işlere kalkışma, bu hem sana hem de etki sahasındaki insanlara zulümdür.”
Anladım ki, bireyselleşememiş bir arızayım ben.
Muhabbetle..