Sanat imgeler yoluyla gerçekliğin yeniden üretilmesi, yansıtılmasıdır. Marksçı estetiğin temel savlarından biridir bu. Sanatın imgelerle yürütülen bir düşünme yolu olarak tanımlanması, sanatsal yaratının tüm özgüllüğünü göstermez elbette, ama bir ana niteliğini ortaya koyar ve öz yapısının tâ temellerine iner. İmgedeki özün aydınlığa kavuşturulması, temel özelliklerinin çözümlenmesi çok önemli bir başka sorunun da çözümüne geniş ölçüde yardım eder. Bu sorun, sanatın toplum yaşamındaki yeri ve rolü sorunudur.
Sanatsal imge anlayışının temelinde Marksçı bilgi kuramı yatar. İmgenin ne olduğunu açıklarken yansıma kuramına dayanırız. Buna göre, insan bilinci çevresel gerçekliğin bir imgesidir, nesnel dünyanın öznel bir tasarımıdır. Yansıma kuramı, genelde insan bilgisinin dayandığı yasaları gün ışığına çıkardığı kadar, sanatta gerçeğin tasarımına ilişkin özgül nitelikleri de ortaya koyar.
Bununla birlikte, imgenin felsefi yorumunun estetik anlamıyla özdeşleştirmekten de kaçınmak gerekir.
Bilindiği üzere, maddeci ve diyalektik bilgi kuramı, “imge” terimini geniş bir bilgi öğretisi anlamında kullanır. Yansıma kuramı açısından imge, gerçekliğin bir kopyasına, bir çeşit tinsel klişesine benzetilebilir. Filozof için imge, her şeyden önce çevredeki dünyanın ansal (zıhnî) yansısıdır. Bilgi öğretisi (gnosélogie) ruhsal yaşamın tüm dışa vuruşlarını (duyumları, algıları, tasarıları vb.) imge olarak niteler. Bu yüzden, gerçeğin yansısının özel bir biçimi olarak ortaya çıktıkları ölçüde, sanatsal imgelere “nesnel dünyanın öznel tasarımı" biçiminde özetlenen genel felsefî formül -haklı olarak- uygulanabilir.
Ne var ki bu tanım, sanatsal imge kuramı için bir kalkış noktası olmaktan öteye geçmez. İmge kavramının estetik içeriği, onun felsefî yanıyla da ilgilidir. Tıpkı özgülün evrenselle ilgili olması gibi. Daha kesin konuşmak gerekirse, sanatta imge, bilgi kuramına bağlı bir kavram olmaktan çok, estetik bir kategoridir. Gerçekte söz konusu olan, imgelere dayalı düşüncenin salt türevsel niteliği değildir burada; onu kavramsal düşünceden ayırt eden şeydir, sanatta gerçeğin yansısının özgün olmasıdır. Estetik, felsefenin tersine, sanatsal imgeyi bilincin öteki kategorilerine (kavram, yargı vb.) yaklaştıran şeyi aydınlatmakla kalmaz, onlardan ayrımlaştıran şeyi de gösterir.
Sanatsal imge, konuşma dilindeki alışılagelen anlamıyla da özdeşleştirilmemelidir. Ayrıca, sanattaki imgeler dizgesinin çeşitli öğeleriyle, yöntemleriyle ve onun anlatımsal, değişmeceli araçlarıyla da bir tutulmamalıdır. Bu araçlardan eğretilemenin apayrı bir yeri olmasına karşın, çoğu kez imge olarak nitelenir. Oysa bu iki kavram hiç de özdeş değildir. Eğretileme, şiir dilinde bir değişmecedir, en geniş anlamıyla yerinel ve değişmeceli dilin başvurduğu bir yöntemdir, ama imgenin kendisi değildir.
Günlük dilde, “imge” deyince çoğunlukla değişmeceli anlamı olan bir deyiş anlaşılır. “Gün doğuyor”, “Bir yıldız aktı” gibi en beylik deyimler bile, kuşkusuz, imgesel bir öğe taşırlar. “Ruhumda tek bir ak saç yok” dizesi ise tam bir eğretilemeli imge oluşturur. Fakat bütün bu değişmeceli dinsel örneklerin gerçek anlamdaki sanatsal imgeden daha dar bir anlamı vardır.
Terim bilim açısından imge ile tasarım kavramlarının sınırları iyi belirtilmelidir. İmge, sanatçının bilincinde saptanmış ve bunun sonucu olarak okur, dinleyici ya da seyirci tarafından algılanmış olan gerçekliğin sanatsal çağrıştırılması, nesnel dünyanın düşünsel (ideal) tablosudur. Tasarım ise, sanatsal düşüncenin nesnelleşmesi, maddeleşmesidir; imgenin sanatsal gereç içinde gerçekleşmesi olarak belirir ve onun duyularla algılanmasını sağlar.
Nasıl ki, sanat bilimden ve gerçeğe ilişkin öbür bilgi edinme biçimlerinden yanıtlanamazsa, bunun gibi, imgeyle yürütülen düşünce de bilincin öteki dışa vuruş biçimleriyle karşıtlanamaz. Gerçeği imgelerle yansıtma yetisi insan bilincinin özelden geçerek tümeli değerlendirme, bireyselden genele varma, somut olaylarda genel yasaları bulgulama yetisinden ayrılamaz. Yaratıcı düşüncenin bu özelliği şuna dayanır: Yaşamda her genellik şu ya da bu yolla özelde ele geçirilir ve bireysel her zaman genelin bir öğesini bağrında taşır.
Sanatsal imge gerçekliğe ilişkin yansının özel bir biçimi olduğu ölçüde, oluşu ve özü de bilginin genel kurallarına uyar. Buna karşın, çok özgül olan niteliklerinden bir şey yitirmez yine de.
Burada yine yansıma kuramına dönmemiz gerekiyor. Nesnel dünya üstüne bilgi edinme süreci etkin gözlemlemeden soyut düşünceye, oradan da pratiğe doğru ilerler. Bu sav, bilimsel ve kuramsal bilgi edinme için olduğu kadar gerçekliğin sanatsal özümlenmesi için de geçerlidir.
Gelgelelim, bunlardan birincisinde, çeşitli aşamalardan geçerek enikonu özerk bir biçimde hakikate varıldığı ve yapılan genelleştirmeler her türlü "duyusal neden"den uzak olduğu halde, sanatsal imge etkin gözlemlemeye ve soyut düşünceye özgü bilgi öğelerini çözülmez bir birlik içinde gösterir. Bu arada sanatsal imge her ikisinden de özü bakımından ayırt edilir.
Sanatsal imge bilimsel düşünce kategorilerinden (kavram, yargı, çıkarım vb.) dolayımsız olması yönünden de ayrımlaşır. Öte yandan, duyum, algı, tasarım gibi gözlemleme kategorisinden de şu noktada ayrılık gösterir: Sanatsal imge gerçeğin dolayımsız yansısı olmaktan başka, yaşamla ilgili olayların kendine özgü bir bireşimi olmayı da amaçlar. Söz konusu olayların özlerine girer ve derindeki anlamlarını düzene koyar. İmge hem gözlemden, hem de soyutlamadan kaynaklanır, ama onları mekanik bir biçimde birleştirmeye gitmez. Bundan ötürü kesinkes bir sanatsal genelleme değeri kazanır. Çünkü çözümleme, bireşim ve soyutlama çok özgül bir biçimde onda kendini gösterir.
Demek ki burada şunu görüyoruz: Sanatsal imge etkin gözlemleme ile soyut düşüncenin özelliklerini birleştirir, ama bilgi edinmenin bu basamaklarından hiçbiriyle karışmaz. Sanatta imge, gerçek bir görüngünün bağlamlı ve tamamlanmış, yapıtın izleği ile uygunluk içinde, estetik yönden anlam aktaran, duyulur ve somut bir biçimdeki belirgin niteliğidir.
Gerçi “bağlamlı ve tamamlanmış” diyoruz, ama klasik sanatta (sözgelişi Mikel Angelo’nun “Başkaldıran Köle”sinde), daha çok da modern sanatta dolayımsız anlatımlarında tamamlanmamış imgeler taşıyan çok sayıda yapıt bulunduğunu da unutmuş değiliz. Kimi estetikçiler yapıtlardaki bu tamamlanmamışlıkta modern sanatın bir özel belirtisini görürler. Aslında bu sanat okura ya da seyirciye kendisinin bir yanıt bulmasını ve imgeleminde daha tamamlanmış bir tablo yaratmasını önerir çoğunlukla. Öneri durumunda iken de, tamamlanmamış yapıtlarda da, sanatsal imgelerin estetik düzlemde yaşamın bağlamlı ve tamamlanmış bir tasarımı gibi görünmelerinin nedeni de işte budur. Önemli olan, bunların dile getirilişinde izlenen yöntemler ile bu biçimde dile gelen imgenin, yapıtın alıcısınca ne ölçüde bir yorumlama gerektirdiğidir.
Bununla birlikte, yaşamın sanatta yalnızca imgeler biçiminde yansıtıldığı söylenebilir mi? İmgelerin dışında sanat mantıksal kavramlara başvurarak onları belli bir yolla imgelerin yerine geçiremez mi? Bu son görüşü savunmak için genellikle üç kanıt ileri sürülüyor:
1) Yaşadığımız dönemin özelliği sanatla bilimin bireşimini gerçekleştirmektir. (Bunlardan birincisi imgeleri kullanır, ikincisi ise kavramları.)
2) Sanatta kavramlara başvurmanın karşısında olmak, sanatçıyı düşünme olanağından yoksun bırakmak demektir.
3) Nice yapıt gösterilebilir ki imgelerin yanı sıra kavramlara da doğrudan doğruya başvurulmuştur.
Bu kanıtlar da bize pek sağlam görünmüyor. İlk olarak, şunu söyleyelim: Sanatla bilimin bireşimi, bunlardan hiçbirinin özgünlüğüne dokunmaz. İkisinin birbirine yakınlaşması onların bilgisel içeriklerinden kaynaklanarak oluşur ve bir düşünce biçiminin ötekinden eriyip yok olmasına yol açmaz. Düşüncelerini daha iyi açıklamak ve onları daha kolay anlaşılır bir biçimde sergilemek amacıyla bilginlerin sık sık imgelerden yararlandıkları doğrudur; ama bundan kavramların yerine imgelerin geçirildiği anlaşılmamalıdır. Eğer böyle bir şey olursa, bu, bilginlerin kendi yeteneksizliklerinin ve soyut düşünce karşısındaki güçsüzlüklerinin bir belirtisidir. Buna karşılık, bazen, kimi sanatlarda, sözgelişi yazın alanında imgeler kavramsal bir belginlik kazanırlar ya da kavramların öğeleri gibi kullanılırlar. Öyleyken, bu kavramlar orada özerkçe gelişmemişlerdir. Kavramlar imgelerin yerini alamaz; eğer böyle bir şey olursa, bu, yazarın yetenekçe zayıflığının ya da sanatça başarısızlığının belirtisidir.
İkinci olarak, düşünceden yoksunluk sanatın belirgin niteliği değildir. Tersine, sanatçının yaratıcı düşüncesi, onun temel bir görüngüsüdür. Sanatçı durmadan düşünür, ama bu, imgelerle yapılan bir düşünmedir; kavramsal bir düşünme değildir. Elbette, sanatçıda kavramlardan yararlanır, ama yaratıcı süreç önünde sonunda hiç şaşmaksızın imgeye varır.
Üçüncü olarak, imgelerin gerçekliği yansıtan kavramsal araçlara yerini bıraktığı yapıtlar sanatsal düzlemde zayıf ve bayağı olur. Seçkin Sovyet ruhbilimcisi R. Rubinstein bu konuda şöyle diyor: “Bir yazar yapıtının izlediği soyut formüllerle anlatmak zorunluluğunda kalır da, ideolojik içerik, imgelerin yanında silik çıkarsa ve bu imgeler yeterince anlamlı ve uygun bir biçimde onu dile getirmeyi başaramazlarsa, yapıtın sanatsal değeri yok olur."
İmgeler ile kavramların birbirine karışması basit bir öğretici açıklamaya ve söz ustalığına yol açar, yapıtın ideolojik ve duygusal gücünü kırar. Çünkü sanat, gerçekliği her zaman imgelerle yansıtır, hem de yalnızca imgelerle.
Onun için Biyelinski aşağıdaki satırları yazarken haklıydı:
“Yaratıcı düş gücüyle; düşünceleri imgelere dönüştürme, imgeler aracılığıyla düşünme, uslamlama ve duyma yeteneğiyle donanmamış kişi, zekâsı ne denli keskin ve duyuları ne denli olgun, görüş ve inançları ne denli güçlü olursa olsun; tarihsel deneyi ve kafaca yeniliği ne denli zengin olursa olsun, asla ozan olamaz böylesi.”
Çevirisini Yakup Şahan’ ın yaptığı bu güzel bilgiler için kendisine teşekkür ediyoruz.