19. yüzyılın sonlarına doğru, küçük ve izole edilmiş bir kasabanın tüm nüfusu, tuhaf bir korku ile yaşamaktadırlar. Etraflarındaki ormanda bir takım yaratıklar vardır. Ancak bu yaratıklarla bölgede yaşayan insanlar arasında gizli bir anlaşma yapılmış gibidir. İnsanlar, ormana ilişmedikçe yaratıklar da ortaya çıkmamaktadırlar. Fakat, ne yazık ki bir gün Lucius Hunt, merakına yenik düşüp ormanda neler olup bittiğine keşfe çıkmaya karar verir. Haliyle anlaşma bozulacağı için yaratıklar da kasabaya inerek çok daha büyük bir korku saçacaklardır.
M. Night Shyamalan, 1999 yılında çektiği Altıncı His (The Sixth Sense) sonrası gündemimize girmiş, son yılların adı sık anılan yönetmenlerinden. Kendisine hem yazar hem yönetmen hem de yapımcı olarak Oscar adaylığı getiren bu filmin en önemli başarısı, finaliyle hem türe hem de bizzat kendisine yeni bir bakış açısı getirebilmiş olmasıydı. Bu filmin ardından benzer sürprizli finaller karşımıza çıkar oldu.
Bunların kimi sadece seyirciyi etkilemeyi, kısacası göz boyamayı amaçlarken (ve bunun anlaşılabilir bir taktik olduğu söylenebilir çünkü öyle bir noktaya geldik ki belli bir seyirci kesimi filmleri sadece finalinde sürpriz varsa beğenir hale bile geldi ve Altıncı His bu insanlar için istisnasız her filmle mukayese edilebilecek bir standart oluşturuyor gibi), kimi de türe dair yeni bir bakış açısı getirmeyi denedi (bu ikinci kategorinin en başarılı örneği olarak, hayaletli ev filmlerini tersyüz etmeyi başaran Diğerleri -The Others- sayılabilir).
Shyamalan'ın kendisi de başarıyı yakaladığı formülü daha sonraki filmlerinde tekrarlama yolunu tercih eder gözüktü. Elbette bir yönetmenin kendini sürekli seyirciye yeni sürprizli finaller sunmak gibi hem kısıtlayıcı hem de güç bir alana mahkum etmesi anlaşılır şey değil. Kamera, kurgu ve ses gibi teknik elemanları kullanımı ve kendine özgü mizansen duygusu ile gayet başarılı bir yönetmen olmasına rağmen Shyamalan, kendisine başarıyı getiren formülü tekrarlama ya da bir kısım seyircinin kendisinden beklentilerini karşılama kaygısından kurtulamadı.
Bunun ilk örneği, son derece ilgi çekici ve zekice bir çıkış noktasının, hiç gereği olmadığı halde aynı türde bir sürprizli final yaratmak uğruna -kanımca- hatalı bir şekilde işlenmesi yüzünden heba edildiği Ölümsüz (Unbreakable) idi. Bunu, işçiliği muntazam ama açıkça yobaz bir film olan İşaretler (Signs) izledi. Ve işte şimdi karşımızda Köy (The Village) duruyor.
19. yüzyılın sonlarında bir Amerikan kasabası. Etrafı ormanlarla çevrili bu kasabanın halkı, ormanın içinde yaşadığına inandıkları yaratıklarla yazılı olmayan bir anlaşmanın kurallarına göre hayatlarını sürdürmektedirler. İnsanlarla yaratıkların yaşam alanlarını belirleyen sınır aşılmadığı sürece, her iki taraf da günlerini huzur içinde geçirebilmektedir. Fakat insanoğlu sınırlandırılmayı sevmez. Önünde sonunda kasaba halkı içinde de maceracı bir ruh, ormanın diğer yakasına, dünyaya ulaşma isteği duyar. Bu hikayenin Truman Burbank'i de Joaquin Phoenix tarafından canlandırılan Lucius Hunt olacaktır. Fakat Lucius ile kasaba cemaatinin lideri Edward Walker'ın (William Hurt) gözleri görmeyen kızı Ivy Walker" (Bryce Dallas Howard) arasında başlayan aşk ve diğer beklenmedik olaylar, yolculuğun amacını ve içeriğini değiştirecektir.
Çok zengin ve güçlü bir oyuncu kadrosunu barındıran Köy'de, olayların geçtiği zaman dilimi tesadüfi değil kuşkusuz. Dünyanın hızlı bir değişime girdiği, 20. yüzyılın yaklaştığı bir dönemde ama dünyanın etkilerine kapalı bir ortamda yaşayan bir grup insanın hikayesini anlatan bu filmin "modernite korkusu" üzerine olduğunu söyleyebiliriz, sürprizini de açık etmeden. Bu, yine sürpriz faktörüne bel bağlamadan doğrudan anlatılan bir hikaye olsaydı, gerçekten ilgi çekici ve üzerine düşünmeye değer bir malzeme olabilirdi belki. Fakat Shyamalan öyküsünü öyle bir şekilde anlatıyor ki, filmin sonunda kendinize şunu sormadan edemiyorsunuz: Bir insan neden bu filmi yapmak istemiş olabilir?
Köy'ün ele aldığı temayla ilgili seyircinin kafasında hiçbir düşünce uyandırmayı başaramayacağını söylemek haksızlık olur. Fakat özünde gayet entelektüel bir temanın karşımıza nasıl bir olay örgüsü içinde çıkarıldığı da önemli. Bu haliyle ne fikirsel bir çözümleme ya da tartışmaya kapı açıyor ne de ortalama seyirci için ilgi çekici bir seyirlik vaadediyor. Hatta söz konusu bu kesim olduğunda, filmin gerçekten manasız ve aptalca bulunmasına şaşırmamak gerekir. Çok başarılı bir tanıtım kampanyasının ardından ABD sinemalarında vizyona girdiğinde, ilk anda ciddi bir ilgiyle karşılaşan film, çok kısa bir süre içinde seyirci rakamlarında hızlı bir düşüş yaşayarak açılış rakamlarına kıyasla oldukça vasat bir gişe başarısına ulaştı. Birçok seyircinin filmi "hayatında gördüğü en kötü filmlerden biri" olarak anması da cabası. Dediğim gibi, hiç şaşırtıcı değil...
Filmin görsel olarak da Shyamalan'ın bugüne kadar yaptığı en sıradan iş olduğunu eklemek gerek. Yaşayan en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan Roger Deakins bile, özellikle aydınlatmada, son derece klişe, teknik olarak şüphesiz başarılı ama reklam estetiği düzeyinde kişiliksiz bir iş çıkarmış. Oyunculuklar genel olarak başarılı ama yakın zamanda Lars Von Trier'in Amerika üçlemesinin ikinci halkasında Nicole Kidman'ın yerine başrolde izleyeceğimiz Bryce Dallas Howard'ın görme engelli biri olarak birçok noktada inandırıcı olmadığını söylemek gerek. Filmin en olumlu yanıysa, tıpkı İşaretler'de olduğu gibi, James Newton Howard'ın atmosferi mükemmel bir şekilde destekleyen özgün müzikleri.
Uzun lafın kısası, durum üzücü. Yetenekli bir yönetmen olduğundan hiç şüphe etmediğim M. Night Shyamalan kendi kendini bir filmin başarısının içine hapsetmiş, sürekli aynı filmi yeniden yapmaya uğraşıyor. Yetenekli saydığımız bir yönetmenin bu durumu göremiyor ve aşamıyor olması ise gerçekten hayret verici. Birkaç sahnede yerinizden zıplamak bir korku filminden tek beklentinizse gidin tabii, bu Köy de sizi bekliyor...