Ölüm. Kaçınılmaz son ve her canlının tatması gereken şey. Birçoğu için çok soğuk ve ürpertici ama çok azı için kavuşma anı. Kimse kabul edemiyor veya sevdiklerine yakıştıramıyor. Oysa doğmak kadar doğal. Ve her canlının kaçınılmaz sonu. Her bir toplumda ve dilde farklı söylense de hepsinde de hayatın sonunu temsil etmekte. Çok kimseye acı ve ağır geldiği için olsa gerek toplumlar ölümü doğrudan söylemez, öldü yerine vefat etti der.
Öleceğini bilen ve bunu bilerek yaşayan tek canlı insanoğludur. Öleceğini bile bile yaşamak ne demek? Bu o kadar kolay mı? Zor ise insanlar neden bu kadar rahat yaşıyor. Öleceğini bilen birinin bu kadar rahat olmaması gerekmiyor mu? Demek ki, bilmek ile hissetmek arasında büyük fark var. Hissetmek iliklerine kadar yaşamaktır. Bu nedenle hissetmek ile bilmek farklıdır. Biz de ölümü bildiğimiz halde hissetmediğimiz için kolay yaşıyoruz. Ancak başımıza bir kaza geldiğinde, ölümü yaşamaya ramak kaldığında veya çok sevdiğimiz birini kaybettiğimizde iş değişiyor.
Peki, bu ölüm denen şeyin bir işareti var mı? Öleceğimizi biliyoruz ama zamanını biliyor muyuz? Tüm mesele de burada yatıyor. Evet, öleceğimizi biliyoruz ama maalesef ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz. Rahat olmamız ve hiç ölmeyecek gibi yaşamamız bundandır. Aslında rahat olmamızı sağlayan bir şey daha var. O da çocukluk, gençlik ve yaşlılık gibi dönemlerimizin olması. Çoğunluğun bu dönemleri yaşaması ve yaşlanınca ölmesi bize de bu dönemleri yaşayacağımız yanılgısını yaratıyor. Böylece biz yaşlandıktan sonra öleceğimizi düşündüğümüz için hiç ölmeyecek gibi yaşıyoruz.
O halde ölümün işareti nedir? Aslında işaret çok öncelerden taa baştan geliyor. Fakat bunu ölümün işareti yerine hayatın başı anlıyoruz. Hem de ölüme en uzak zaman olarak. Doğmak öleceğimizin ilk işaretidir. Biz bunu anlamıyor veya anlamak istemiyoruz ya da aklımıza getirmiyoruz. Eskiler hayatı tanımlarken ‘Namazsız ezan ile ezansız namaz arası’ dermiş. Ne kadar haklılar hayatımızın süresi tam da bu kadar.
İnsan dünyaya üryan geliyor. Aynı zamanda isimsiz, makamsız ve parasız. İsmimiz olmadığı için bebek olarak adlandırılıyoruz. Ne ilginçtir ki doğar doğmaz etraftaki herkes gülüyor bir sen ağlıyorsun, öldüğünde ise çevrendeki herkes ağlıyor. Dünyaya nasıl isimsiz ve makamsız gelmişsek dünyadan da aynı şekilde isimsiz ve makamsız ayrılıyoruz. Tıpkı ilk geldiğimiz gibi. Ölünce ilk önce ismimizi alıyor ve cenaze veya mevta oluyoruz. İsmimizi kaybettikten sonra aslında her şeyi kaybediyoruz. Çünkü toprağa girdikten sonra herkes bizi terk ediyor. Anamız, babamız, eşimiz, malımız mülkümüz ve daha birçok yakınımız. Bizi en çok sevdiğini söyleyenler bile, o buz gibi toprakta, bırakıp gidiyor.
Ve maalesef biz bunları bir yakınımız ölünceye dek fark edemiyoruz. Ölümün soğukluğunu bilemiyoruz. Ölümlü olduğumuzun farkına varamıyoruz. En önemlisi de ölümü hissedemiyoruz.
Evet, her canlı ölümlüdür ve ölüm en güzel nasihattir. Ve ölüm ilk önce adımızı alır.