BAŞLARKEN
Şiir ve edebiyat potansiyeli göz önünde bulundurulduğunda, haklı olarak UNESCO nezdinde “Şiir ve Edebiyat Kenti” başvurusunda bulunan bir şehirde yaşamak; öncelikli olarak edebiyatçılar ve sanatçılar olmak üzere, bu şehirde yaşayan her vatandaşın ve bu şehri yöneten bütün makamların omuzlarına bir takım sorumluluklar yüklemektedir. Yediden yetmişe her birimiz, bu kadim şehir için karınca kararınca, üzerimize düşen görevi yapmak zorundayız. Uluslararası düzeyde olacak olan “Şiir ve Edebiyat Kenti” payesine ulaşabilmemiz için, asgarî ve azami gerekleri yerine getirip, bunun alt yapısını hiçbir bahaneye mahal vermeyecek düzeyde güçlendirmemiz gerekir.
Bunu yaparken de bu şehirde yaşamış ve edebiyatımıza büyük hizmetler vermiş, merhum şair ve yazarlarımızın eserlerinin yeniden bastırıp çoğaltılmasına, ama UNESCO nezdinde bundan çok daha önemli olduğuna inandığımız, bu geleneğin hâlâ devam ettiğini ispat etmek bakımından, yaşayan şair ve yazarlarımızın yeni eserlerinin bastırılmasına, hatta yabancı dillere çevirilerinin yapılmasına yönelik çalışmalara girilmesi gerekliliğine inanıyoruz. Bu konuda yapılacak çalışmalara, MESDER (Kahramanmaraş Edebiyat ve Sanat Derneği) yönetiminin katkı koymaya hazır olduğunu arz etmek isteriz.
2019 yılında kurulan MESDER, kuruluşundan bu güne, bu amaca yönelik çalışmalarına devam etmektedir. Gerek kurucu ve Onursal Başkanımız H. Ali ÖZTURAN, daha sonraki başkanlarımız Yalçın YÜCEL ve Ramazan AVCI Bey’ler çok değerli çalışmalarda bulunmuşlardır. Bu bağlamda yönetimimiz, yazar ve şairlerden oluşan üyelerimizle birlikte, 2023 yılından itibaren yeni çalışmalara da imza atacaktır. İlki 2022 yılında gerçekleştirilen “Yaşayan Değerlerimize Saygı” toplantıları 2023 yılında da devam ediyor. Dernek binamızda 14 0cak 2023 tarihinde, kayda değer bir katılımla Eğitimci-Araştırmacı Yazar Abdulhakim EREN Bey’i misafir ettik. O’nun sıra dışı ve çok değerli çalışmalarına tanıklık ettik, eskiden günümüze köprü kuran tecrübelerini hayranlıkla dinledik, kıssadan hisseler edindik. Bu çalışmalarımızı, her ay başka bir değerimizi saygıyla anarak devam ettireceğiz.
Derneğimizin temel kuruluş amacı, mevcut şair ve yazarlarımızı bir araya getirmek, onların kaynaşmalarını sağlamak ve birlikte bir sanat işbirliği oluşturmak olmakla birlikte, bunlardan çok daha fazla önemsediğimiz ve arzuladığımız hedef ise; şiire ve edebiyata ilgi duyan gençlerimize ulaşmak, onlara bıkmadan, usanmadan yardımcı olabilmek. Bu konuda da Valilik Makamımızın, Milli Eğitim Müdürlüğümüzün, Belediyelerimizin ve Üniversitelerimizin gönüllü katkılarına ihtiyacımız var.
Derneğimiz haftanın Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri saat:13.00 den itibaren açık olacak, bütün sanatçıları ve sanata ilgi duyan gençleri misafir edecektir. Ayrıca Mart ayından itibaren, her ay bir ilçemizden şairler davet ederek, şehrimiz şairlerinin de katılımı ile dernek binamızda “Şiir Şölenleri” düzenleyeceğiz. Bu söyleşilerin tarihlerini sosyal medya aracılığı ile siz sanatseverlere duyurmayı hedefliyoruz.
Şu an okumakta olduğunuz BUGÜN Gazetesinin “Gül Vakti” sanat ve edebiyat sayfaları, kadirşinas Gazeteci-İşadamı Mehmet YÜZBAŞIOĞLU Bey’in, bizlere lütfettiği imkân sayesinde hayat buldu. Öncelikle kendisine, bu özverili tutumundan dolayı teşekkürü borç biliriz. “Gül Vakti” edebiyat ve sanat sayfalarımız şimdilik ayda bir yayınlanacaktır. Ayrıca, derneğimiz yönetim kurulu başkan vekili Zekeriya ÇAKABEY’in yönetiminde TV 46 kanalında, kentimizde çıkan dergilerin önceleneceği “Gül Vakti Edebiyat Sohbetleri” adı altında, on beş günde bir canlı yayınımız olacaktır. Yine bu söyleşileri ve konuklarını da birkaç gün öncesinden sosyal medya aracılığı ile siz hemşerilerimize duyuracağız.
Bütün sanatseverlere “Gül Vakti” deminde ve naifliğinde okumalar diliyorum.
Lütfi BİLİR
MESDER Yön. Kur. Bşk.
GEL YENİDEN KUŞANALIM!
Gel, tarihi yeniden kuşanalım!
Mazimizin gül tuğralı hasletlerini
Bugünlere taşıyalım aşkın umutlarla
Mirasçılar özümlesin öykülerimizi
Ülkülerimiz nakış vursun yarınlara tekrar
Dünü, bugünü, yarını fark et
Özlenen vakitler gelmeyebilir
Bulduğun çiçekleri kokla / seyret
Lale, gül, sümbülün açmayabilir
Gel, zamanı yeniden kuşanalım!
Hüsranlara düşmeyelim "Asr"ın sırrında
Atalım sırtımızdan ataleti, rehaveti
Her yeni güne selâm, sevgiler dağıtalım
Amel salih olsun, Hakk'ı tavsiye edelim
Atalım üstümüzden lüzumsuz ne varsa
Yolculuk uzansın mâveraya kutlu secdelerden
Merasimler kutlansın mavi semalarda
Seyredelim mehtaplı gecelerden
Gel, Kitabı kuşanalım yeniden!
Hikmetler açılsın "oku" diyen Rabb'inden
Yeniden doldur bilginin heybelerini
Zikret evveli âhiri, bâtın zâhiri, kutlu kelimeleri
Bugünden yarınları seyret / umutlar yüklen
Çöz girift / karışık tüm bilmeceleri
Âleme kılavuz isimlerle, yürekten seslen
Zira hafızalar unutur, yaşlanır, eskir
Kitabı mukaddesler yüzyıllar ötesinden seslenir
Gel, kalem kuşanalım yeniden!
Yazılanlar yazıldı, ervâh-ı ezelde levh-i kâlemde
Bir lütuftu Rabb'in sonsuz keremi
Gölgesinden tekrar düşelim sayfalara
İnsan unutur, ilim irfan raflarda tozlanır
Kalemler yeniden ilham sunar bütün çağlara
Daveti var her an "sırat-ı müstakim"e
Kâlem şerh eder, besler tüm sayfaları
Gösterir her asra yeniden aynaları
Gel, sevda kuşanalım yeniden!
Eşyanın sırlarını çözelim bir bir
Aşkın hikmeti coşar mesajlarında elçilerin
Birlikte zikredelim gönül aynalarında
Çileye, kedere, sabır gerek, hicrana
Ve bengisu arayalım çöl kumlarında
Rüzgâr essin, dağ yürüsün, selâm versin ağaçlar
Şiir dile, kalem ele, aşk gönüle yakışsın
Gel, aşkı kuşanalım yeniden!
Yeni baştan gönüller Hakk'a ulaşsın
Hanifi Yılmaz
İNSANLAR SAYMAYI BİLMEZ
İbrahim Hakkı Gündoğdu
İnsanlar, tarih boyu her şeyi kendi menfaatlerine çevirmek için nice hileler ve oyunlar tertip ettiler…
Bu oyunda ilim, din, sanat, ticaret her birini kendi menfaatlerine çevirmek için onca kararları sahaya sürdüler… En çok da din ve ilimle uğraştılar. O zaman hem din din olmaktan çıktı hem de ilim ilim olmaktan…
Bu manada ilim akıl ve yorum ile ilgili bir yol açalım; yer çekimi vardır ve cisimler aşağı doğru düşer.
Toprak ve su düşer tamam da peki hava ve ateşin yükselmesine ne demeli. Hâlbuki bize öğretilirken maddenin: toprak, su, hava ve ateş diye dört elementten meydana geldiğini söylerler. Peki, 4 elementin ikisi düşerken ikisinin yükselmesi nedendir? O zaman ne demek lazım: düşünelim daha çok düşünelim demek lazım
Bilimin elementleri de: akıl, mantık, felsefe olarak sunuldu. Onun dışındakiler var mı tartışılmaya bile tenezzül edilmedi. Karşısında ne varsa: cehalet, yobazlık, taassup, karanlık olarak algılatıldı.
İnsanlığın din serüveni: Bizzat İlahî dinlere müdahale edilerek “menfaatime uygun din” şekline dönüştürüldü ve sömürücüler bu konuda epey de başarılı oldular. Ya ilim de aynı şekilde sömürücülerin elinde “menfaatine uygun ilim” halini aldı ise? Din ve ilim müdahale kabul etmez diye itiraz edildi mi? Edildi tabii. Müdahale edenler de ya giyotinlerle öldürüldü, ya yakıldı, ya da zindanlara atıldı.
Şimdi çağdaş dünya yaşamında ilim ehli bu katı gelenek zinciri içinde halâ ilmi taassubuyla kulaç atmaya devam ediyor. Madde yanında “mânâ” da var diyor da akıl bunu bir türlü “nasıl bir mânâ” noktasında derinlemesine düşünmeye ve tartışmaya açmıyor. Maddi değil ya, deney yapılamıyor ya o zaman ilim olamıyor, ilim olamayınca da ilim ehli tarafından muhatap alınamıyor, muhatap alınamayınca da öyle bir tarafta meçhul olarak kalıyor.
İnsanlık denen yolun yolcusu bunlara benzer daha nice mazeretlerle kendi sonsuzluk kapısını ha bire kapatıp durur. Kapı kapandıkça daralır ve ortam dört duvar bir zindana döner o andan sonra insan ha bire yön ezberler. Zamanı baş tacı yapar, yolu yokuş yapar ve yürüdüğünü, yol aldığını sanır.
Bir düşün, insan olarak sen kendi oluşturduğun sayını saymaya başlıyorsun: bir, iki, üç diye başlıyorsun, milyonlar, milyarlar, geçiyorsun, trilyonlar, katrilyonlar aşıyorsun sonunda bu böyle sonsuzlarca gider diyor ve güya kendini ilim deryasında sağlama alıyorsun. Hatta şunu da ekliyorsun: Bu artı sonsuza
Peki: Bir de bir ile iki arasını da bir say, o arada ne var diye sorulduğundan ve: bir virgül bir, bir virgül iki, bir virgül üç diye saymaya başlandığında ve ikiye bir türlü varılamadığı görüldüğünde bir ile iki arasında da sonsuz olduğu anlaşıldığında ne yapıyor o aciz insan yine ilme sığınıp pes ediyor.
Bir de zerreden- küreye meselesi giden sonsuz sayılardı, bir de aynı şekilde bunun bir de eksi sonsuzu vardır. Uzun zaman atoma varılamadı. Varıldı lakin “aman atom parçalanamaz” dendi. Nihayet atomu parçaladılar. Eyvallah. Ancak zerrenin daha zerresinin daha zerresi bizi nereye götürür. Zerrenin içinde de mi bir sonsuzluk var yoksa? Ya kürenin ötelere doğru akıl almaz bir şekilde sonsuzlara uzayışı.
Düşünecek, arayacak çok yolumuz var çok. Bir de buna, var mısınız “ruh”u da katalım.
Yok onu katmayalım, o zaten Kur’an’da belirlenmiş: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin bileceği bir şeydir. Size ancak az bilgi verilmiştir.” Bu tabii ki o her şeyi menfaatine doğru yontan insanın da çok işine gelmiştir. O hale gelmiştir ki hatta ruh ile ilgili araştırma yapmak günah bile sayılmıştır. Hâlbuki dikkatle incelenince görülecek ki: “Size ancak az bilgi verilmiştir,” ifadesi kullanılıyor.
Yani bilgi verilmiştir ancak az verilmiştir. Peki, ey insanlık Allah’ın Kur’an’da dediği o “az bilgi” ya senin yüz kâinatın kadarsa. Sen işine geleni çok iyi alıp inceleyip evirip çevirip kendine yontmayı çok iyi biliyorsun. Çünkü ruh öyle bir şey değil. Eğer ruh ilminin derinliğine gidilirse bu yol zerre menfaat kaldırmaz ve yol mutlaka Hakk’a, hakikate, nihayetinde Allah’a çıkacaktır. Bu da o güzelim cennetten kovulmuş hırs küpü insanın işine gelmeyecektir.
Tüm mesele budur. Bakın biz bunu dedikten sonra da: “Ama, fakat, lakin, yav, of, mof” diyeceklerdir, bizi de çok bilmişlikle suçlayacaklardır. Bu, bugün “ilim ehli” diye hava atan büyük çoğunluğun işine hiç gelmeyecektir… Çünkü onlar hür iradeleri ile yürümeyi çoktan unutmuş ve siyasi otoritelerin kuklası olarak yürümeyi makbul bir meslek haline çoktan getirmişlerdir.
Bizim yapacağımız taviz vermeden Hakk’ı hakikati ortaya çıkarmak ve insanlığı sağlıklı düşünmeye sevk edebilmektir. İnsan, ilk yaratılırken bile düşünen ve hür iradesi ile yorumlayabilen, yürüyebilen varlıktı. Cennetten kovulmuşluğu o hür iradesini yanlış kullandığından değil miydi?
İlk insandan buyana binlerce yıl geçti. Her şeyi aşabildiler de şu menfaatlerini, ihtiraslarını, egolarını bir türlü aşamadılar. Hatta bu konuda korkunç teşkilatlanmalar yaparak samimi olanların yaşama haklarını ellerinden aldılar. Bizim haykırışımız işte tam buradan başlamalı.
İyiler, Hak- hakikat üzere yürüyenler daha güçlü teşkilatlanmalı, daha sağlam ayağa kalkmalı bu menfaat sürüsünü etkisiz hale getirmeli. Bunun için hemen her şeye sahip çıkmalı: ilme, iradeye, fikre, zikre, akla, gönle, ruha, maddi ve manevi tüm değerlere. Doğaya, tüm canlılara. Zerreden küreye her şeye…
YARI MAVİ TÜRKÜLERİMİZ
Umudumu kesmedim, umudum gönül burcunda
Kardım, karmaladım yüreğimi sevda harcında
Şimdi bütün tren yolları kapansa da muttasıl, art arda
Bir gün gökyüzü bahçelerinden çiçekler toplayıp
Bir üveyik kanadında geleceğim sunmaya yâr sana
-Yarı mavi türkülerimiz dem tutacak, işte o zaman
Dağlar aşacağım, geçeceğim gökyüzü bahçelerinden
Sıyrılacağım, kan kısrak dil yarası hüzünlerimden
Âsûde bir yürek şehri kuracağım yalnız iki kişilik
Bir burcunda sen, bir burcunda ben aşk çata çata
Şiirler okuyacağım, Kerem türküler söyleyeceğim sana
-Yarı mavi türkülerimiz dem tutacak, işte o zaman
Bekliyorsun biliyorum, bir kahvenin kırk yıllık hatırı gibi
Düşlerinde düşler yeşertiyorsun, tahmin edebiliyorum
Ara sıra çağrıların geliyor, turnalar kanadında tüylerle
Alıyor o tüyleri, kirmenlerde eğiriyor, aşk dokuyorum
Aşk kilimim hazır, oya oya, nakış nakış geleceğim sana
-Yarı mavi türkülerimiz dem tutacak, işte o zaman
Ne destanlar yazdım, gurbetinde kaldığımdan beri
Kalemim, divitim, mürekkep okkam kana bulandı
Vakti zaman oldu, tamburumun yeden sesinde
Dilim evvelî ervaha dayandı, sesim sesimde yandı
Girdiğimde yürek şehrine, anlatacağım bunları sana
-Yarı mavi türkülerimiz dem tutacak, işte o zaman
Antik çağlar gibi kalıcı, anonim türküler gibisin
"Aşk ipliğiyle" dikilmişsin gönlüme, kim sökebilir
Kim yenebilir âşığı, aşk her şeye meydan okursa
Dağlar devrilse, gökler çökse üzerime gam değil
Aşacağım bütün engelleri, geleceğim yâr sana
-Yarı mavi türkülerimiz dem tutacak, işte o zaman
Celalettin Kurt
KUMUL
Yasin Mortaş
İnce ç a ğ
o çıngılı ç ö l
elenir evimizin eşiğine
çoraklığı ve tozuyla
aşımıza savrulur
A ç l a r
köz içinde
vahalarınca kaynar
o meridyen tarihini
ateşlerle çizer avunur
Toprak
kalbimde kıvrılır k ı v r ı l ı r
ve kırılır kendi aynasında
Yüzümde
yer değiştiren
sessiz kaymalar olur
Gün
hüznün arazisidir
gece kumulları yığar
yeryüzüne
Hangi toprak
işgalden sonra
tutar gözyaşı ırmağını
NAFİZ YILDIRIM
EVLER…
Eşyanın ruhu var mıdır bilinmez; ama zannediyorum onlar da bizim gibidirler. Galiba ruhlarında (içlerinde) barındırdıklarıyla neşelenirler, hüzünlenirler, insanları bağırlarına basarlar bir ana şefkatiyle kollar ve korurlar. Aslında her şeyimize şahit olurlar; güzel anılarımıza hayatımıza dair her ne varsa.
Ev sözcüğü şüphesiz mimariye ait bir terim; ancak mimariden çok sosyolojinin yahut psikolojinin bir parçası olmayı hak ediyor gibi. Bizi koruyan, saklayan, sırlarımızı açığa vurmayan, bizi ele vermeyen, dilsiz ama üzerimize titreyen mekânların elbette bir ruhu olmalı ki insanlar üzerinde bu kadar tesir ve iz bırakmış olsunlar. Galiba bu bakımdan psikolojinin bir parçası olmayı hak ediyor. Böyle olduğu içindir ki onlar için yüz yılar boyu çok şeyler söylendi, yazıldı.
Bütün medeniyetlerde ev, daha geniş ifadesiyle mimari hep ön sıralarda yer aldı. Dev sütunlar üzerine inşâ edilmiş devasa yapılar, güç ve ihtişam göstergesi oldular. İçinde yaşadıkları, yapıldıkları dönemler de dahi hep hayranlık uyandırdılar. Hatta kendilerinden sonra gelen nesilleri bile hayran bıraktılar. Bir bakıma kendi dönemlerinin yaşam koşullarını kendilerinden sonrakilere net bir şekilde anlattılar susarak. Hayran olmamak elde değil, susarak, yüksek sesle konuşmak.
“İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.
İrili ufaklı, birbirinden farklı,
Ahşap evler, kagir evler yaptılar.
Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,
Evlerin içi devir devir değişti
Evlerin dışı pencere, duvar. “ (B. Necatigil)
Kafamızda ve yüreğimizde iz bırakan bütün medeniyetleri gözümüzün önüne getirdiğimizde göreceğiz ki bu medeniyetler, olumlu veya olumsuz mimarilerinin etkilerini toplum üzerinde göstermektedirler. Olumsuz dedik; çünkü mimari yapıları, evleri yerle yeksan eden güçler, medeniyetler de bugün hafızamızdaki yerlerini aldılar; Ebreheler, Moğollar… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir bakıma gücün göstergesi olarak hem yıkmışlar hem de yapmışlardır. Gariptir ki her ikisi de iz bırakmıştır. Bu bağlamda İrem bağlarına, Fırat’ın kenarında yakın zamanda gün yüzüne çıkan Zeuma’ya, Efes antik şehrine, Aspendos kalıntılarına, Selçuklu ve Osmanlı mimarisine bakmak sanırım yeterli olacaktır.
Bugün Amerika Birleşik Devletlerinin tarihinin veya geçmişinin olmadığından bahsederler; çünkü mimari yapısının gerilere gitmediğini hepimiz bilmekteyiz. Demek ki tarih bilincinin veya geçmişinin oluşmasındaki en önemli etkenlerden biridir mimari.
Evler veya mimari unsurlar bir nevi geçmişle gelecek arasında konuşan bir tarih gibidir. Ve her dönemde de gücün ve ihtişamın göstergesi olmuşlardır. Bizler bir ülkenin, bir şehrin dahası bir insanın maddi ve manevi gücünü anlamak için evlerine (evine) bakıyor ve bir kanaat sahibi oluyoruz. Bugün Orta Afrika Kıtası’nda, Afganistan’da gördüklerimiz bizi hüzne sevk ediyor. Sadece hüzne mi sevk ediyor tabiî ki değil, onların maddi yaşamlarına dair her şeyi de okuyoruz. Aslında bu okumada bize yardımcı olan tek unsur o insanların görüntülerinden ziyade yaşadıkları çevrelerin ve mekânların bize anlattıklarıdır şüphesiz.
Bir şehre girdiğimizde büyülenir ve etkisinde kalırız. Bizi büyüleyen doğası değildir çoğu zaman; mimarisidir, yaşayan ve yaşanan bir kent olmasıdır zannımızca. Öyle olmasaydı, insanların çoğu kırsal alanlarda yaşardı. Bu gün hala insanlar güçlü olduklarını anlatmak için evlerini anlatır ve gösterirler.
“ Bizim ev iki oda, bir sofa
Ev sahibi ayda yetmiş lira alır.
Kapıda at nalından, sarımsaktan bir nazarlık
Önümüzde kaleler, arkası mezarlık.
Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız
Güzelim vaiz sokağında benim de
Ferah, aydınlık bir evim olur …” (Turgut Uyar)
İlk tanıştığımız insanların önce alelacele adını, kimliğini (etiketini) nerde yaşadığını dahası hangi mahallede oturduğunu öğreniriz. Şunu kabul etmeliyiz ki bunu hepimiz yapıyoruz. Bütün bu gayretlerimiz aslında karşımızdaki kişinin ne kadar güçlü olduğunu anlamak çabasından kaynaklanıyor. Bu bağlamda kendimizi ve nerede durduğumuzu sorgulayabiliriz. Nerde durduğumuz derken, hangi değer yargılarına sahip olduğumuz anlamında.
Yazının girişinde evlerin de ruhu var mıdır demiştik. Çok doğru, evlerin dahası bütün eşyaların ruhu vardır kanaatindeyiz. Bunu nesnelerin üzerimizdeki olumlu, olumsuz etkilerinden anlarız sanıyorum. Giydiğimiz değişik renkteki elbiseler, gittiğimiz değişik mekânlar bizi mutlu veya mutsuz edebiliyor. Zaten bugün ilimde geldiğimiz nokta da bütün eşyanın atomlarının, moleküllerinin hareket halinde olduğunu bizlere göstermektedir.
Çocukken köye, dedemin yanına gittiğimde (bugün olduğu gibi) güzel yapılı, içinde insanların cıvıl cıvıl hareket halinde olduğu evlere hayran olurdum. Tabi bunun yanında sahipsiz, kimsesiz dahası ruhunu, sahiplerini kaybetmiş evler de beni hüzne sevk ederdi. Küçücük aklımla Onların ruhsuz olduklarını, sahipsiz, kimsesiz olduklarını anlar hüzünlenirdim. Galiba bu alışkanlığım hala devam ediyor. Beni her zaman perişan halde zar zor ayakta duran evler düşünceye sevk etmiştir. Bazen dakikalarca onları izler, dertlerine ortak olmak istemişimdir, çaresiz. Bunun yanında güçlükle ayakta duran evlere de üzülürüm. Sıvaları dökülmüş, ahşapları çürümüş, boyaları solmuş evlerdir bunlar ve içlerinde kendileri gibi hayata, geleceğe ümitle, iştahla bakmayan insanlar (yaşlılar) barındırırlar çoğu zaman. Bunu anlamak zor değildir elbette; çünkü nefes aldıklarını hissedersiniz ve aldıkları nefeslerinde de ne kadar zorlandıklarını görür, hüzünlenirsiniz.
Burada P.Safa’nın 9. Hariciye Koğuşundaki hasta çocuğun (kahramanın) hastaneden çıkıp yaşadıkları mahalleye geldiğinde, mahalleyi tasvir edişi akla gelmekte, çünkü hasta çocuğumuz da her sene kemik ameliyatı olur ve ayakta zar zor durur. Kendiyle, evler arasında manevi bir bağ kurar; “Fakat eve gittim. Şehrin bir ucundan öbür ucuna. Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli(iltihaplı) adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim.
Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok... çok seviyorum.” Buna mukabil aynı çocuk akrabalarının yanına (köşklerine) gittiğinde yaşam dolu olur ve hayata tutunur.
Hâsılı mekânların üzerimizdeki etkisi bir bakıma yaşamımıza yön verecek kadar güçlü dersek yanılmış olur muyuz bilmem. Atalarımız ne güzel demişler ”dünyada mekân ahrette iman“ diye. Sokakta yatıp kalkan insanlara acıdık ve evsiz, barksız insanlar dedik, onlar için. Hatta “ev alma komşu al“ dedik. Ne garip bugün evli barklı olduk ama komşularımızı ve birçok değerimizi kaybettik. Son yüzyılda mimarimiz gelişirken sanki ruhunu kaybetti. Çok sahipli devasa binalar inşa ettik, ruhsuz fakat güzelliğine kapıldığımız bu beton yığınlarına sevdalandık hırsımızla. Üstad N. Fazıl’ın dili ve yüreğiyle;
Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!
Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün arkan!
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada…
Garanti yok sen gibi faniye sigorta da!
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk mana ve ruh ne varsa heder oldu;
Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden;
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…
Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!”
Evet devasa binalar, içini ruhunu görmediğimiz binalar inşa ettik. Daha önceki dönemlerde yapılan evlere, konaklara baktığınızda sahiplerinin özelliklerini görmeniz mümkündü. Oda sayısına, avlusuna, avlu duvarına kadar hâsılı nereye ne kondurulmuşsa hepsinin bir izi, bir anlamı vardı sahipleri için ve sahipleriyle ruh ve beden gibiydiler. Bugün aynı şeyleri söylemek mümkün mü? Genel olarak şüphesiz sıra dışı mekânlar inşa edilmekte; ancak bugünün mimarisi ruhsuz ve manasız mekânlar halindeler sanki.
Evleri yüksek kurdular
Önlerine uzun balkon
Sular aşağıda kaldı
Aşağıda kaldı ağaçlar.
Evleri yüksek kurdular
On bin basamak merdiven
Hiç kimse, dahası birçok mimar, mekânların, içinde yaşayacakların psikolojisini, ruhunu hesaba katmıyor. İstatistikler insanların, en az on yılda bir ev değiştirdiklerini söylüyor. Şayet bu değiştirdiğimiz evlerin ruhları olsaydı, bu evler, bizden bir parça olsalardı, böyle kolayca onları terk edebilir miydik? Galiba kazandıkça kaybediyoruz. Bu sıkıntımız, edebi metinlere baktığımızda sanki yeni değil ve bu durumdan her dönemde şikâyet edilmiş gibi. Burada Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin romanındaki mekanlarla ilgili eleştirel tespitini hatırlamakta fayda var: “…Ne pencerelerde, ne merdivenlerde naçiz bir hüsn endişesi olmadığı gibi, (…) Esasen bütün İstanbul evleri tek bir kafanın zevksiz dimağının mahsulü olmak üzerine yapılmış çergelerden başka bir şey miydi?” (KY: 216)
Üstad Sezai Karakoç Balkon şirinde, bu hali (ironik bir şekilde)çok güzel anlatmakta;
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü
Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarları Sezai KARAKOÇ
Hâsılı hep kazandığımızı sandıkça kaybettik ve kaybetmeye de mahkûmuz. Bu evler kimin, mülk kimin, evim var diye sevinenler, evim yok diye üzülenler nerde? Yine geldik bizim Yunus’un durduğu yere:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!
Ümit ediyoruz kaybettiklerimizi yeniden kazanır ve madde ile mananı birlikteliğini, bir saadetin şarkısını mırıldanır gibi yeniden mırıldanırız. Selam ve dua ile…
KÜÇÜREK ÖYKÜLER
İMZALI BİR KİTAP
Yazar saymış kendini, yazmış yanlış yalanı
Kitap daha çıkmadan bulmuş satış planı
Yazarlık kasa değil; memleket meselesi
Ne güzel olur senden Afrika Saksağanı
Nereden bilebilirdim ki her yazanın yazar olmayacağını, olamayacağını. Öğrencilerde bilemez di. Onların en büyük sevdaları bir yazar tanımak, bir resim çektirmek ve imzalı bir kitaptı.
Bunu kitap fuarında anladım. Krallar gibi karşılanışımdan. Önden giden öğrencilerimi başına toplayan bir hanım yazarın beni süzüşünden ve gülümseyişinden. Bana getirdiği selamlardan.
“Hocaların hocasıymışım ve edebiyatın baş adamıymışım.” Anladık, “Marifet iltifata tâbidir” de benim hiç marifetim olmadı ki! Yazmadım, çizmedim, daha bir yerde bir şey yayınlamadım ki! Ne Yaşar Kemal’im, ne Necip Fazıl. Ne haddime!
Şimdi daha iyi anladım, “marifet iltifata tâbidir” ama abartılanda küçültülende zayidir.
Dedim ya, söylediklerinden bir şey anlamadım. Getirdiği selamları da hiç tanımadım.
Nerede mi? Boş ver. Nereli mi? Bilmem.
Bildiğim tek şey Maraşlı olmadığı!
Zekeriya Çakabey
Çağırınca o yar çoğalır mevsimler
Doyum olmaz yürümeye bu şehri
Kışın tam ortasında bir güneş söyler
Şarkılardan yapılmadır sanki dilleri
Hayali günah kadar beyaz belki de
Yârin iki yüzünden uçan serçeler
Nerede kaldın der tüneyip yüreğime
Nasıl da göklenir içimde maviler
Naz mı desem şehnaz mı kalmadı aklımda
Kahrettim beni harda unutan şarkılara
Biliyorum mevsim değiştirmek olmaz
Bağdaş kurunca yârin ilk baharına
Çizdim neşemizi pencerenin buğusuna
Çalıyordu yağmur gönlümüzü meltemle
Aldı başını gitti yaşama sevinci oy
Tarttım rahatımı ud çalan yar ile
Anlayamadı gece bu dünyalı cenneti
Dar içli bir seher bıraktı kapımıza
Havalanınca serçeler yârin iki yüzünden
Çiftlendi ayakkabım taşralı bir boşluğa
Sevdayı göze aldım hoşça kalmayı değil
Her masalda yaşar gök gözlü bir canavar
Yine de gözet anımızı hoş gör yırtılmasın
Ölümün soğuk yüzüdür
yârin kapattığın kapılar
Hüseyin Burak US
Deneme
HOŞGÖRÜ
Hoşgörü. Ne güzel bir kelime ama. Hepsi hepsi yedi harf ve iki kelimenin birlikte kullanılmasıyla dilimizin güzelliğini, zenginliğini ve anaçlığını ne kadar da güzel anlatıyor. Düşünün bir. Hem “görüyor”, hem de “hoş” yani “iyimser” görüyor. “Güzel” görüyor. Yani “güzel” bakıyor ve “güzel’’ görüyor. Bakış güzel olunca, gördüğü şeyin içinde mutlaka “hoş” bir şeylerin bulabileceğini de biliyor.
Gördüğü şey çok yanlış bir “tavır” ya da “söz” bile olsa, bu eylemin sehven veya bilgisizlikle ya da kişinin o andaki psikolojisinden kaynaklanan, kontrolsüz bir hareket olduğu savını ön plana alan sabırlı bir kabulleniş. Şu bir gerçek, hangimiz hata yapmıyoruz ki. Hangimiz bir süre sonra yaptığımızın hatanın farkına varıp, pişmanlık duymuyoruz ki. Bu hatalarımızın bizzat muhatabı olan dostlarımızın ”hoşgörüsü” biz utandırmıyor mu?
Hoşgörü ilkesizlik değildir kanımca. Tam da tersine, ilkeli bir duruşla, kendi hatalarınızın da olduğunu hatırlayarak, bu hatalarınızın birileri tarafından hoş görülmesinin ne kadar hoşunuza gideceğini düşünerek, sizin de başkalarına karşı duyarlılığınızın ve empatinizin gelişmesi değil mi?
Hoşgörü, olumsuz ön yargıyı, hassas bir zımpara gibi milim milim rendeleyerek, ona pürüzsüz bir yüzey kazandırma eylemi değil mi? İnsanları daha tam anlamıyla tanımadan, onlar hakkında olumsuz yargıda bulunmanın haksızlık olduğunun farkındalığı, savunmasını almadan birilerini mahkum etmenin insani olmayacağının bilincinde olma hali değil mi?
Hoşgörü, kendi eksiklerinin ve yetersizliklerinin de farkında olma belirtisi olamaz mı? Mükemmel olmayışın farkındalığı yani. Bu farkındalığa sahip olan biri, başkalarının hataları karşısında da olabildiğince toleranslı olacaktır elbette.
Hoşgörü, umursamazlık değildir bence. Aksine, başkalarını önemsemenin, hatta çok önemsemenin insani sonucudur dersek yanılmış olur muyuz?
Hoşgörü, “kendine güvensizlik” olabilir mi? Hoşgörü olsa olsa tam anlamıyla, hem kendine, hem de karşındakine güvenmek değil mi? Onun, günün birinde kendisini düzelteceğine ve seni de haklı çıkaracağına olan sabırlı inanç dersek, yanılır mıyız?
Hoşgörü, Yaratan’ın en büyük ve belirgin özelliklerinden biriyken, insan için nasıl sakıncalı ve gereksiz olduğu düşünülebilir ki?
Hayatımızdaki sadece bir tek günü bile, hiçbir şeyi, hiç kimseyi hoş görmeyerek geçirmeyi denemiş olsaydık, çok büyük ihtimalle o günümüz zehir zemberek, akrep kıskacında olmaya benzer sıkıntılı bir gün olurdu. Ve günün sonunda bu denli acımasız olduğumuz için kendimizi hoş görmezdik herhalde.
“Hoşgörün” sevgili dostlar ve “hoşgörülü” kalın.
Lütfi BİLİR
ÇEKIRGE
Başta dedim ya, ben bir çekirgeyim…
Merdivenleri kız mıyım erkek miyim demeden üçer beşer iner, üçer beşer çıkarım. Adım
çekirgedir bu yüzden. Dünyanın daraltan havasına inat, ruhun doğasında zıplamayı tercih
ederim. Zıplarım…
Kuş misali bir insan uçar ya, ben de öyle uçarım. Yarı kanatlı bir kuşum. Kanatlarım ise
bacaklarımda… Onlarla yolcuğuma çıkıyorum. Yolculuklarım, seni sensiz bulduğum anlarda,
seni benle doldurduğum zamanlar.
Uçuyorum, zıplayışımın engin boşluğuna inat. Saçlarım darmadağın. Beğenmemiş beni
rüzgâr…
Aklıma düştüğünde ben zıplıyorum, sen ise bedenin hayalden gemisinde yüzüyorsun. Seni
buluyorum sıçrayışlarımda. İlk karşılaşmamız hüzünlü. Saçlarım dağınık. Sen, rüzgârın
kûyunda dolaşıyorsun. Ben ise, rüzgâr içinden sana el sallıyorum. Saçlarım, rüzgârla birlikte
değiyor tenine… Akan zamanın bazen altındayım, bazen üstünde…
Yerçekimini icat etmiş, kim etmişse? Zıplayışımın ani düşüşünü yaşadım seni hissedince.
Kanadımın dolgun kalınlığına cesaret verdim ve seni kaybedip tekrar bulacağım yere geldim.
Rüzgâr içinden gelen sıcak nefesim, gizemli notaları çalıyor kulaklarına. Ruhun elimde,
saçlarım ise hâlâ dağınık. Elimde kelebekle yüreğine dokunmayı gösteriyorum...
Yeryüzüne döndüm, sıçrayışımın kısa ama uzun anlarını hayatıma katarak, korku ve
tutkunun hazzını yaşayarak seninle. Teninin her bir noktasını biliyorum artık…
Hafif hafif dokunuşlarımla nergis çiçekleri açıyor sevgi nehrinde... Dokunmayı
öldürmüşsün içinde; ama hissi asla. Büyütemediğin bir çocuk var içinde hâlâ.
Ben çekirgeyim, sen de çekirgelere sigara niyetine çubuk tutturan o yaramaz çocuk. Ben,
nikotin kokmayan sigaranda kayboldum, yokluğunda varlığımı duyarak…
Üç noktayı yeterli gördüğümde ikinci inişimi hesaplamıştım. Üçüncü halka bekliyordu
beni. İlerledim. Saçlarım dağınık. İçimi sen saydığımdan beri, hayalinle yaşıyorum. Nefesim,
kesik kesik.
Zıplıyorum, zıpladığım yer can noktan. Rüzgâra ömür takmanın yollarını öğrendim. Ona
ömür kattığımda, kendi ömrümü senin şah damarının yanına bir salıncak diye kurdum. Orada
istediğim zaman oynuyorum…
Bu, benim son Poliyannacılığım. Son zıplayışım. Belki, sana geldiğim yerde zıplamayı da
özleyeceğim. Ama artık… Uçmanın tadını, isminin harfleriyle resimledim. Şimdi gerçekten uçuyorum.
Üzerimdeki ağırlıkları döküverdim toprağa. Orada kalsın, ben sen de varlığımı tanıdım…
Ömrüm IŞIKAY
EMEK VE UMUT
Genç adam, solgun bakışlarla gözlerini araladı. Soğuk bir sonbaharın, son demlerinin yaşandığı bir sabahtı. Uykunun insanı yatağa bağladığı saatlerde şafak sökerken uyanmanın zorluğunu yaşıyordu. Perdeleri hafif aralayarak gökyüzünün kızıllığıyla beraber, yeryüzünün renk cümbüşünü seyretti uzun uzun. Gözlerini ovaladı ve ağzını kocaman açıp, esneyerek bedenine yerleşmiş olan uykuyu dağıtmaya çalışıyordu. Duvardaki asılı saat daha hızlı olması gerektiği uyarısını veriyordu sessizce ilerleyen tik taklarıyla. Atölyeye gitmek için yağ lekeleriyle parlayan, içine işlemiş ağır vernik kokusunun da sindiği iş tulumlarını aceleyle üzerine geçirdi. Odada uyuyan eşini ve çocuklarını uyandırmamak için kapıyı yarı aralayarak yavaşça çıktı. Ağır adımlarla başladığı yolculuğuna yürüyerek yarım saat uzaklıktaki iş yerine doğru ilerledi. Üzerindeki giysilerin altında çelimsiz ve güçsüz bedeniyle, yıkılıp devrilecekmiş görüntüsü yürekleri burkacak kadar acınası bir hal sergiliyordu
Bir oyuncakçı dükkânının önünden geçerken durakladı. Dükkânın vitrininden bakarken, minik oğlu Umut’un o çok istediği oyuncak gözüne ilişti. Altı yaşlarındaki oğlunun oyuncak bir direksiyon için feryat figan yalvarması beliriverdi zihninde. Bir babanın evladına yetememesinin ezikliğiyle burkuluyordu yüreği. Fakirliğe ve imkânsızlığa defalarca lanetler yağdırıyordu. Daha önce bütün çarşıyı defalarca dolaşmış, fakat düğmelerinden farklı sesler çıkaran, cafcaflı renkleriyle çocukları büyüleyen o direksiyondan alamadan evine geri dönmüştü. Aldığı maaş o kadar azdı ki kirayı bile zar zor ödeyebiliyordu. Hatta bazen kirayı geciktirmesi sebebiyle ev sahibinden türlü aşağılamalara ve azarlanmalara maruz kalmıştı.
Çorba salonunun önünden geçerken bir an acıktığını hissetti. Evdeki kahvaltılıklar çocuklara anca yeter, düşüncesiyle çoğu zaman kahvaltı yapmadan çıkardı. O sabah da aynı şekilde düşünerek yine bir şey yemeden çıkmıştı. Eliyle cebini şöyle bir yokladı. Cebindeki bozuk paralar onu seçim yapmaya zorluyordu. Midesinde hissettiği açlık hissi beynine ve kalbinin sesine galip gelmeye başlamıştı. Otobüse binmekle, ekmek almak arasında gelgitler yaşarken, sıcak ekmeğin burnuna çarpan kokusuna daha fazla kayıtsız kalamadı. Birkaç adım ötedeki bakkaldan içeri girdi. Bakkal, işçi elbisesinin içindeki mahcup tavırlı genç adamı tepeden tırnağa süzerek baktı.
— Ne istedin, dedi.
Genç adam bakkalın kendisini nasıl bir bakışla süzdüğünü anladığından, yine çekingen bir tavır takınarak:
—Ben, bir ekmek alacaktım, dedi.
Elindeki bozuk paraları tezgâhın üzerine bıraktı. Sabaha karşı fırından çıktığı halde hâlâ soğumamış olan ekmeği kolunun altına alıp bakkaldan çıktı. Ekmeğin ucundan bölüp, iştahla yiyerek yoluna devam etti. Yürürken ayağının altında hissettiği asfaltın soğukluğu, ayakkabısının miadının çoktan dolduğunu hatırlatıyordu. Ama onun bu duruma çare düşünecek ne vakti ne de parası vardı. Yapabildiği tek şey yağmur ya da kar yağmamasını dilemek oluyordu.
İki katlı bir binanın bodrum katında bulunan atölyenin dar kapısından dikkatli adımlarla içeri girdi. Duvarlarının beton görünümü insanın içini karatıyordu. Tavanının yakınındaki ışıksız pencereler gökyüzünden yağan umut sağanağının seyrine set oluyordu. Az ile yetinmekti burada çalışanların kaderi. Yürekleri ısıtan günün ışıklarına bile. Ama onların gönül pencereleri alabildiğine genişti, güneşin göz kamaştıran ışıklarıyla beraber umudun da sıcağını içeri alacak kadar. Yoksulluğa göğüs germek, o atölyede çalışanların emeğe ve yaşamın devamına duyulan inancın örneğiydi adeta. İçerideki ıslak odun kokusu küf kokusuyla karışmış, sebepsiz yere bir yorgunluk hissi yayıyordu.
Attığı her adımda hayalleriyle beraber koyu bir karamsarlığın sularında demirlemişti. Her geçen gün umudunda azalma oluyor, kendisiyle büyük kavgalara tutuşuyordu. Ev ve iş yerinin arasındaki mesafenin uzak olması işe biraz geç kalmasına sebep olmuştu. Sabahın ayaz kesen soğuğunda üşüyen ellerini, atölyenin ortasında koca bir varilden yapılmış olan sobanın üzerinde ısıtmaya çalıştı. Patronu çoktan gelmiş, atölyede bulunan diğer işçileri teftiş etmeye başlamıştı bile. Genç adam patronuna ürkek adımlarla yaklaştı ve:
—Efendim biraz geç kaldım. Biliyorum kızgınsınız ama anca gelebildim, dedi.
Patronu sert bir ses tonuyla:
—Biraz hızlı gelsen geç kalmazsın, tembelsiniz Ömer efendi, tembel! Çabuk işinin başına geç! Bunların hepsi aynı, dedi ve söylenerek atölyede birkaç merdiven yukarıda, pencereye yakın mesafede bulunan aydınlık ofisine geçti. Öfkeyle dolu gözlerini işçilerin üzerinden çekmiyordu.
Genç adam patronunun kibirli ve ezici sözleri karşısında kendini daha da bedbaht hissetmişti. Ezilmişliğin verdiği üzüntüyle her tarafından keder damlayan bir adam olmuştu. Mahcup ve isteksiz bir tavırla karşısındaki kereste yığınlarına ve makinelere doğru yöneldi. Eline aldığı kereste parçalarını ufaltıp şekil vermeye başladı. Atölyede birbirinden güzel mobilyalar çıkıyordu ustaların elinden. Ömer de işinde hayli ustalaşmış hatta farklı biçimlerde mobilyalar dahi yapar olmuştu. Elinde yontup, makineyle şekil verdiği mobilya iskeletini yaparken, aldığı maaşla ailesine yetememenin üzüntüsüne engel olamıyordu. Yoksulluğun soğuk pençeleri yüreğini sarıyor, nefesini kesiyordu. Kömür karası gözlerinin üzerinde yayılmış ok misali kirpiklerinden süzülen yaşlara engel olamaz hale gelmişti. Erkekliğin verdiği mağrurlukla birilerinin kendisine bakıp bakmadığından emin olduktan sonra elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Aslında gelirken patronundan avans isteyip, oğluna o çok istediği oyuncağı almayı düşünmüştü fakat işe biraz geç kalması bunu güçleştiriyordu. İç sesiyle dertleşirken çaresizliklerine çare arıyordu ama bir türlü olmuyordu. Yüreği nasırlaşmış patronunun, bu isteği karşısında onu azarlayacağından emindi. İçinden “Keşke oğlumu sevindirmenin bir yolu olsa,” diye düşünürken aklına atölyede çalıştığı kereste parçalarından oyuncak direksiyon yapmak geldi. “Acaba patrona sorsam burada yapmama izin verir mi? Arta kalan malzemelerden de yapabilirim,” diye düşündü. Patronunun Ömer, diye seslenmesiyle irkildi. Patron:
—Ne daldın yine, elini makineye kaptıracaksın, sonra da al başına belayı. Dikkat etsene be adam, dedi.
Ömer cesaretini toplayıp, patronundan, oyuncak direksiyonu yapmak için izin almaya karar verdi. Göğsünün içinde çırpınan yüreğine söz geçiremiyordu. Biraz heyecan, biraz korkunun da harmanlandığı duyguların vehametiyle gözlerini karşısında kendisine bakan adama doğrulttu ve:
—Efendim sizden bir isteğim olacaktı, dedi göğsünde bir kuş gibi çırpınan yüreğinin verdiği heyecanla. Alacağı cevap onun için çok önemliydi. Yaşama olan inancından, umudunu yitirmekten, çaresizlik girdabında kaybolmaktan korkuyordu. Ama oğlunun bir anlık da olsa mutluluğunu görmek için bütün cesaretini topladı. Patron meraklı gözlerle Ömer’i baştan aşağı küçümseyen bakışlarla süzdü ve:
—Neymiş o istek, dedi. Ömer, biraz çekingen ve utangaç bir tavırla başladığı konuşmasına devam etti:
—Efendim ben oğluma oyuncak bir direksiyon yapmak istiyorum, burada arta kalan kereste parçalarından yapabilir miyim, dedi. Patron alaycı bir ifadeyle:
—Odun parçalarından oyuncak mı olur Ömer Usta, dedi. Fakat karşısında duran genç adamın ciddi ve kararlı bakışlarına kayıtsız kalamadı.
—İyi yap da görelim şu oyuncak neymiş, nasılmış, dedi. Ömer aldığı cevap karşısında çok mutlu oldu. Patronuna dönüp:
—Teşekkür ederim efendim oğlum çok sevinecek, dedi. Patron:
—İşini ihmal etmeden yap da nasıl yaparsan yap! Dedi.
Ömer o gün büyük bir heyecanla önce mesai saatini ve işlerini tamamladı; daha sonra minik oğlu Umut için hayal ettiği oyuncak direksiyonu yapmaya başladı. İmkânsızlıkların onu böylesine istekli bir hale büründüreceğini aklına hiç getirmemişti. Atölyede bir tek o kalmıştı. Patron çıkarken:
—Kapıyı kilitlemeden çıkma sakın, dedi ve sıkı sıkı tembih etti.
O gece geç saatlere kadar hummalı bir şekilde delicesine heyecanla çalıştı ve oğluna çok özel ve eşsiz bir oyuncak direksiyon yaptı. Saatine baktığında hayli geç olmuştu. Çok yorgun bir vaziyette uyuşan dizlerini ovuşturarak kalktı ve atölyeyi kilitleyip çıktı. Oğlunun sevincini gözünde canlandırdığında bütün yorgunluğu bir anda kayboluyordu. Emek ve umut birleşmiş ona kuvvet olmuştu. Eve geldiğinde çocuklar çoktan uyumuştu. Artık yorgunluğun da etkisiyle kendini yatağa bıraktı ve uykuya teslim oldu.
Sabah gözlerini açtığında evdekiler karşısında onu uyandırmaya çalışıyorlardı. Oğlunun elinde geç saatlere kadar yaptığı direksiyon vardı.
—Babacığım bak direksiyon, sen mi aldın, dedi. Eşi:
—Nerden çıktı bu oyuncak, sen mi yaptın, dedi. Ömer yataktan hızla doğruldu:
—Evet, ben yaptım, oğlum için, dedi. Küçük çocuk babasına:
—Yaşasın! Babacığım teşekkür ederim, seni çok seviyorum, dedi. Oğlunun mutluluğunu görmek onu daha da mesut etmişti. Görmek istediği tablonun içinde yerini almıştı artık. Özlemini çektiği mutluluk oğlunun gözlerinde geziniyordu. Ömrünün böylesine saadet ve gülücüklerle geçmesini diliyordu içinden. Bütün gece çalışıp, yorulmaya değmişti. Ömer artık kendini hem çok mutlu hem de çok güçlü hissediyordu. Oğlunun ona verdiği güç daha çok çalışmaya, zorlukları kolaya çevirmeye yeter duruma getirmişti. Sahip olduğu cesaretin ve umudun arkasında koca bir dev olduğunun farkına varmıştı. Bir fırtına kadar deli esmeye niyetliydi rızkını aramak, nasiplerini yakalamak için. Eşine ve çocuklarına sımsıkı sarıldı ve onları çok sevdiğini söyledi. Kolundaki saate baktı, koşar adımlarla yola çıktı.
DİLEK EKER ÖZYURT
SON BESTE
Sevda gönlün iki yakası
Bir yanı vuslat, bir yanı hasret
Kaç nefes alıp verdik sevda yolunda
Günler yürüdü menzile, ay sarardı
Uyku tutmadı gözlerimizi
Sevdalar yandı düşlerimizde
Bir işaretle alevlenir ümitlerimiz
Yüreklerimiz çıkarsız bir sevdayı gözler
Aşksız olmuyor, olmaz ki gülüm
Gülsüz hayat merhametsiz, acımasız
Zemheri ayazıdır sanki sensiz geceler
Çıkmıyorsun aklımdan, seslerim adını heceler
Bak yarımdır hâlâ son bestemiz
Dualarım yalvarır sensiz gecelerde
Buluşur hayâlinle, avunur yarınlar
Zaman dursun ister, saatler çalmasın
Ay ışığında öpüşsün sözlerimiz
Sevdamız aksın çaylardan, derelerden
Bitmesin şarkımızın dillerde raksı
Sabah olmasın, rüyalar açmasın sensiz
Gözlerin gülsün, titresin yanaklarımız
Aşk arasın gönüller, sevgiler büyüsün
Güzellikler katsın hayâllerimiz aşk âlemine
Rüyada kalan son bestemiz
Senin ferahfeza sesinde çınlasın
Çalınsın tamburumda Gülneva
Bitmesin, bitmesin son bestemiz
Hacı Abdullah Kozan
SAYGIYI ORADAN DA MI KALDIRDILAR
İmam Hatip Lisesi ikinci sınıfındayım…. Edebiyat dersimize ünlü şair Erdem Bayazıt giriyordu. Bir dersimizde, dilekçe konusunu işliyorduk. Arkadaşlarımızdan birine:
-Kalk bakalım tahtaya evladım! Örnek bir dilekçe yaz, dedi. Öğrenci dilekçeyi tamamladı, sonuna da “saygılarımla arz ederim” ifadesini yazdı.
Erdem Bayazıt:
-Dilekçeden saygılarımla ifadesi kalktı evladım! dedi.
Arka sıralarda oturuyordum, bir iç çektim ve yüksek sesle:
-Eyvaaaaaah hocam!
Hocamız şaşırdı:
-Ne o oldu evladım?
-Saygıyı oradan da mı kaldırdılar? Dedim.
SALMAN KAPANOĞLU