Günümüzde şehirler feryat ediyor. Bir kurtarıcı ve bir kurtuluş yolu arıyor. Ama insanlar onları umursamıyor, sadece çıkarlarına odaklanıp bu feryat figanlara kulak kapıyor ve imdat çığlıklarını duymazdan geliyor. Oysa şehirlerimizin bu feryat figanları gökleri deliyor. Diyeceksiniz ki şehir bağırır, çağırır ve feryat eder mi? Elbette, diyorum ve her şehrin bir insan olduğuna inanıyorum. Bu nedenle her bir şehrin; kimliği, kültürü, kendine has bir yaşam tarzı, sanatı ve ruhu vardır. Bazıları bilmese de görmese de onlar yaşıyor. Onlar kendilerine has kültürü ve özellikleriyle, kimlik ve ruhlarıyla yaşıyor. Nasıl ki yaşayan her canlı ölüyorsa işte şehirlerimiz de öyle ölüyor. Yalnız şehirlerimizin ölüm nedeni doğal değil, beşeridir. Zira onları öldürenler insanoğludur. Şehirlerin ruhunu öldürüp onu ruhundan uzaklaştıran ve ruhsuz bırakanlar maalesef ruhsuz insanlardır. Bu katliamı yapan ve ona ses çıkarmayan ruhsuzlar zenginleşerek büyürken, şehirlerimiz küçülüp ölüyor.
Şehir nasıl ölür diyorsanız; kültürünü, kimliğini ve özellikle de ruhunu kaybettiğinde ölür diyorum. Ölü şehirlerde hayat, hayat olmaktan çıkar. Zira bir şehirde o şehrin kültürü, kimliği ve ruhu yaşamadıktan ve yaşanmadıktan sonra yaşanan şeylere hayat değil, sonradan edinilen alışkanlıklar denilir. Eski kültür ve medeniyetin yerine sonradan edinilen bu alışkanlıkların görülmesi demek o şehrin ölmesi demektir.
Şehriler de tıpkı büyük birer insan gibidir. Her birinin farklı bir huyu, mizacı ve karakteri vardır. Her sokağında ve caddesinde yaşanmış ve yaşanamamış hikâyeleri vardır. Bu hikâyeler şehrin kahramanlarını ve kahramanlıklarını oluşturur. Zannetmeyin ki, sadece şehirde yaşayan insanların inancı olur, insanlar gibi şehrinde bir veya birden çok inancı vardır. Büyük insan dedik ya büyük insanın inancı da büyük olur. Her mahallesinde ayrı bir inanç olduğu gibi tüm şehirde aynı inanç da olabilir. İnsanlar nasıl kendisini inançlarına göre düzenliyorsa şehirlerde kendilerini inancına göre dizayn eder. Ruhunu ve kültürünü bu kadim inanç ve değer yargılarından besler. Mimarisi, sokakları, caddeleri, çeşmeleri, hanları, hamamları ve dükkânları kendi inanç sistemine göre şekillenir. Bazı şehirlerde farklı dönemleri yansıtan çeşit çeşit ibadethaneler vardır. Müslüman şehirlerine bakıldığında şehri minareler süslerken, Hristiyanlarda kiliseler, diğer dinlerde ise tapınaklar süsler. Bazılarında ise minareler, tapınaklar ve çan kulelerinin iç içe geçmiş olduğunu ve bize farklı bir resim çizdiğini görürüz. Farklı farklı şehirlerdeki bu farklı farklı insanlar farklı farklı ibadethanelerin çevresinde farklı farklı ibadetlerini ederek renkli mozaiğe katkı sağlayarak bu renk cümbüşünü oluştururlar. Şehri renklendirirler. Yapmış oldukları ibadetlerle şehirlerin ruhuna kendi dinlerinin ruhunu üfleyerek onu dininin ruhuyla besler.
Hele bir de kökleri ta insanlığın ilk dönemlerine inen kadim şehirler vardır. Bu kadim şehirlerde kimlik daha sağlam ve oturmuştur. Kültürel çeşitlilik ve zenginlikte çoktur. Zira onlarda yüzlerce yıllık hayat ve kültür birikimi vardır. Her şey yerli yerine oturmuştur. Yüz yıllardır yaşayan insanlar ve yaşadıkları olaylar sokaklara ve caddelere sirayet etmiştir. Her bir sokağında üzerinde yaşattığı medeniyet ve kültürlerden kalma eserler veya yıkıntılar vardır. Bu eserler, yıkıntılar ve harabeler aynı zamanda şehrin daha önceki medeniyetlere ait oluğunun da delilidir. Şehir bu harabelerle bizlere, kimlerin gelip geçtiğini bildirir. Böylece geçmişini renklendirir. Eğer bizler şehrimizde bulunan tarihi eserleri ve geçmişten kalan yapı ve harabeleri yıkıp yerine yenilerini dikersek şehrin eski ile olan bağını ve geçmiş kimliğini yıkmış, şehri geçmişinden koparmış onu kimliksiz ve ruhsuz bırakmış oluruz. Bu eserleri o gözle görmeliyiz. Evet, şehirlerimizin kimi bir kimi de birden çok kimliğe sahiptir. Kimi çok yönlü kimi tek tiptir. Kimi dini kimi ırki kimi de sosyal yönden ön plana çıkar. Kimi solun kimi de sağın kalesidir. Cadde, sokak ve meydan isimleri onların hangi taraftan olduğunun ipuçlarını verir bize.
Ayrıca bir şehir doğadan ve doğallıktan ne kadar çok etkilenir ve ona ne kadar çok uyum sağlar ise çevresiyle de o kadar uyumlu olur. Kendini ve kimliğini o derece iyi yansıtır ve korur. Ama şehirde teknoloji ve modernlik ne kadar artarsa kimliğinden de o kadar uzaklaşır ve kimliksizleşir ruhunu ve benliğini kaybeder. Küresel dünyaya ve kapitalizme yenik düşer. Diğer kimliksiz şehirlere benzer ve kendisi olmaktan çıkar. Kimliğinden uzaklaşır ve diğer ruhsuz şehirler gibi tek tipleşir. Zira teknoloji insanları bir ortak kültüre taşımak istemekte ve tek tipleştirmektedir. Bu nedenle modernlik adına gelen tek tipleşme birbirine benzeyen insanları ve şehirleri arttırmaktan başka işe yaramamıştır. Tüm dünya şehirleri ve insanları aynı yöne doğru gidiyor. Her yerde aynı tip insanlar, dükkânlar ve alışveriş merkezleri oluşuyor. Yerellik ve kendine has olan özellikler kayboluyor. Yani şehir kendisi olmaktan çıkıp, kendisini kendisi yapan özellikleri kaybedip tek tipleşiyor ve tüm şehirler aynı oluyor. Yani sıradanlaşıyor.
Günümüzde şehirler hızla kendilerine ait özel kimliklerden soyutlanıp kimliksizleşmeye ve birbirlerine benzemeye çalışıyor. Onları birbirlerinden ayıran farklılıkların yerini birbirine benzeyen apartmanlar, çok katlı iş hanları ve alışveriş merkezleri alıyor. Şehirler birbirine benzemek ve eski kimliklerinden sıyrılmak için adeta yarışıyor ve bu kimliksizliği bir meziyet zanneden siyasiler ve yöneticilerde onlara gereken katkıyı sağlıyor. Kimliksizleşerek ve dünyadaki diğer şehirlere benzeyerek modernleştiğini zannediyor. Oysa her şehir kendisi gibi olduğu müddetçe ve kendi kültür ve medeniyetini yansıttığı ölçüde özel ve güzeldir. Tıpkı insanın kendisi gibi olduğunda özel ve güzel olması gibi…