Her yıl bu zamanlar artık klasik haline geldi. Yeni bir 15 Temmuz konulu makale yazmak. Bu sadece bana mahsus bir durum değil elbet. Hemen hemen tüm yerel ve ulusal basındaki köşe yazarları için durum aynı.

Neden böyle diye sorarsanız sorunun cevabı aslında 15 Temmuz 2016 gecesinde açıkça görülmektedir.  Tabi bunu görebilmek için o gece meydanlara inmiş, İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde kurşunlara göğüs germiş, hiç düşünmeden tankların altına yatmış, daha doğrusu ölüme gülümseyebilmek gerekiyordu..

O gece ölenler öldü, kalanlar bir yanda acı bir yanda gururla 15 Temmuzu gerçek manada yaşamaya devam ediyorlar.

Bugün 15 Temmuz geldiğinde insanlarımızın büyük çoğunluğunun haberi, bugün tatil dendiğinde niye sorusuna verilen; 15 Temmuz resmi tatil oldu ya diye verilen cevapla ancak hatırlanılan bir gün haline geldi.

Bununda başlıca nedeni ülke insanının en basit bir konuda bile karşıt olmayı çok seven ve bunu çok iyi başaran bir toplum haline gelmiş olması. Elbette ki birçok farklı nedenleri sayılabilir, ancak daha baştan insanımızın yarısı bu konuda karşı siyasi görüştekilerle aynı düşünmüyor. Hem de 15  Temmuz gecesi yaşananların sıradan bir askeri darbeden öte işbirlikçileri ile birlikte ülkemizi  işgal girişimi olduğunu bilmelerine rağmen. Bu aslında tam bir toplumsal travmadır. İzahı birkaç kelimeye sığmayacak kadar da derindir.

Neyse, bu kadar girişten sonra o gece evladı ile beraber meydana inmiş bir kardeşiniz olarak biraz o geceyi ve ondan sonraki süreci irdelemekte fayda var diye düşünüyorum.

O gece meydanlara inenlerin sayısının dillendirildiği gibi milyonlarca olmadığını belirterek başlamak gerekiyor öncelikle. Peki neden?

Benim değerlendirmelerime göre o gece meydanlara inenlerin oranı toplumun % 1 i kadardı. Peki bu sayı az mıdır çok mudur.? Nereden baktığınıza bağlı. Seksen milyonluk bir ülkede işgal girişimi söz konusu iken meydanlara bir milyona yakın insanın çıkması elbet ilk bakışta ürkütücü. Ancak ülke nüfusunu hesaba katmadan bir milyona yakın ölümü göze almış insanın sokağa çıkmış olması dünyada başka hiçbir ülkede yaşanabilecek bir durum değildir elbet.

Gelelim bana ve o gece beraber sokağa çıktığım evladıma.

Değerli dostlar bazı şeyler ya öğreniliyor ya da  o duyguyu genlerinde taşıyorsun. Benim ve evladımın durumu da böyle bir şey.

Daha 1970 yılının sonlarında başlamıştı bazı şeylere sokakta reaksiyon göstermem alışkanlığım.

 Kahramanmaraş İmam-hatip okulu birinci sınıfına yeni başlamıştım, yaklaşık iki ay olmuştu, okuldaki büyük ağabeylerimiz önderliğinde Ulu Camide toplu olarak komünizmi protesto amaçlı toplu Namaz kılma eylemi ile başladı sokakla tanışmam. Şimdi diyebilirsiniz ki protesto amaçlı Namaz mı kılınır kardeşim. Ee o günün İmam hatiplileri de öyle bir yol bulmuştu.

15-16 yaşlarında ise artık Gaziantep’teydim. İlk eylemimiz imam-hatip mezunlarının normal liseler gibi eşit haklarla üniversite sınavına girebilmesi için tüm Türkiye de başlatılan öncülüğünü Gaziantep imam hatip lisesinin yaptığı boykot eylemiydi. Kısa sürede sonuç almış ve bu başarıda öncü olmanın gururunu yaşamıştım.

O yılların diğer bir yönü ise ülkemizde komünist bir devrim yaparak ülkemizi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine bağlı bir ülke haline getirmek isteyenlere karşı beş bin gencecik fidanı toprağa veren ülkücü camia içerisinde yer almış olmaktı. Gaziantep’te o tarihlerde ülkücü bir genç olmayı anlatmak için kalın bir kitap yazmak gerekiyor.

1978 Haziranında liseyi bitirdikten sonra yolum tekrar memleketim olan Maraş’a düştü. Biraz huzur ve güven içerisinde memleketimizde yaşayalım derken, 1978’in Aralık ayının son günlerindeki Maraş olaylarını da yaşayıp görmek varmış kaderde.

Gelelim işin genetik yanına.

Aslen Türkoğlu ilçesi eski ismi Orçan Banı, sonradan ismi Uzunsöğüt olan köydenim. Öğrenebildiğim kadarıyla aslen Yörük Türküyüz. 1850 li yıllarda Maraş’ta Ermeni çetelerinin Müslümanlara yönelik saldırıları artmaya başlayınca Osmanlı, Kozan yöresinde göçer olarak yaşayan dedelerimizi Ermeni çetelerine karşı tedbir olarak Orçan banı denilen mevkide yerleşik hayata geçiriyorlar.

1910 lu yıllarda yirmili yaşlarda sefer emri alan rahmetli dedem Ali Onbaşı bir anda kendini Hicaz bölgesinde buluyor.

Rahmetli dedem Ali Onbaşının yolu Medine’de Çöl Kaplanı unvanı ile meşhur olan Fahreddin Paşa ile kesişiyor. İki buçuk yıl Ravza-i Mutahhara da nöbet tutmak ve çok az sayıda arkadaşı ile beraber iki buçuk yıl süren Medine savunmasını yapan olarak o şerefe nail oluyor. Daha sonra padişahın özel elçisinin bizzat Medine’ye gelmesi ile Medine’yi teslim etmeyi kabul eden Fahreddin paşa ile birlikte İngilizlere esir düşüyor.

Yirmili yaşlarda gittiği cepheden yaklaşık on yıl sonra ancak dönebiliyor.

Bu 15 Temmuz yazımızı da şöyle bağlayalım.

Bu ülke sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın değil. Her geçen gün o gece yaşananların unutturulmaya çalışıldığı gibi bir his var içimde. Sanki Erdoğan ölse ya da 2023 te ki seçimleri kazanmasa 15 Temmuz sanki hiç yaşanmamış gibi bir hale gelir diye korkuyorum. Bu ülkenin 15Temmuzları hiç eksik olmaz, hele ki biz yaşanılanları bu kadar çabuk unutursak.

O gece meydana çıkamadığı için dertlenenlere de şunu söyleyeyim. Bazı şeyler öğrenilir, hem kendinize hem de çocuklarınıza 15 Temmuz benzeri olaylar bir gün tekrar olursa nasıl davranmanız gerektiğini öğretin.

Bu tür olayların ülkemizde tekrar etmemesi için her daim hazır ve nazır olmak gerektiğini ”Su uyur, düşman uyumaz” sözünü unutmayalım.

Sağlıcakla kalın.