İslâmla şereflenen her millet büyük işler başarma kabiliyet ve gücünü elde eder.
Fedakâr, kardeş ve aşık bir toplum olur.
Örneğini tarihe yazdık.
Ya bugün... Yine yazılacak elbette.
Toplumların çözülmeye başladıklarının en belirgin işaretlerinden biri, ortak bir ideali gerçekleştirmenin heyecanını yitirmiş olmalarıdır. Bu toplum, bir millet, bir cemaat veya bir grup olabilir. Tarih açıkça göstermektedir ki yanlış da olsa ideallerine sıkı sıkıya bağlı ve inandıkları şey uğrunda canlarını vermekten çekinmeyen topluluklar çok kısa sürede umulmadık işler başarabilmektedirler. Böyle bir topluluk bir de iman sahibi olursa başarılarının nelere vesile olacağını tahmin etmek zor değil.
Ateş tutuşturanlar
İslâm’ın özellikle ilk yüzyılı büyük işler başarma heyecanının dünyaya yansıdığı bir dönemdi. Bu heyecanın şahitleri olarak sahabe kabirleri dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda. Sonraki yüzyıllarda da bu heyecanı yüreğinde taşıyan kimi müslüman topluluklar tarihin akışına yön veren büyük atılımlar gerçekleştirdiler.
Bu toplulukların bizce en fazla bilineni Osmanlı Beyliği’dir ve sıradan bir uç beyliğinin nasıl olup da dünyanın en büyük güçlerinden birisi haline dönüştüğü tarihçiler arasında tartışma konusu olagelmiştir. Bir başka deyişle neden diğerleri değil de Osmanlı Beyliği?
Bugün halen tartışılmakla beraber, bu sorunun cevabı üzerinde genel bir uzlaşmanın ortaya çıktığı görülüyor. Diğer beyliklerden farklı olarak Osmanlı Beyliği’nde ön plana çıkan motifin “gaza ve cihat” olması Osmanlı’nın en önemli farkı. Biz işi bir adım daha ileriye götürelim ve şöyle diyelim: “Allah yolunda mücadele etmenin bu insanlarda bir şevk halini almış olması”.
Tabii ki aşk ve şevk bu insanların kalbini sebepsizce istila etmemişti. Zamanla farklılaşan algılayışlar içerisinde İslâm’ın özünü ifade eden bir kavram ve yol olarak ortaya çıktığından beri, belki de hiçbir müslüman devlet tasavvufla Osmanlı kadar iç içe doğup gelişmemişti. Öyle anlaşılıyor ki Osmanlı’nın kuruluş safhasında bir imaj olarak karşımıza çıkan o iman kaynaklı coşkun bir fedakârlık hali, bölgede faaliyet gösteren dervişlerin sahip olduğu meşrebin bir yansımasıydı.
“Abdal” ve “baba” olarak bilinen bu dervişler Türkmen kabileleri arasında dolaşarak telkinde bulunuyorlardı. Savaşlara da iştirak eden bu zatlar için kaynaklar “delişmen tabiatlı” ve “garip tavırlı” ifadelerini kullanıyor. Böylece Osmanlı’nın hamuru tasavvufla yoğruldu ve İslâm dışı coğrafyaya atılan ve buraları fethe hazırlayan ilk adımlar da daima dervişlerinki oldu.
İnsanoğlunun tabiatındandır, işini şevkle yapanlara karşı eğilim duyar. Bu nedenle dervişler tarih boyunca cazibe merkezleri olmuşlardır ve kimi zaman baş koydukları davanın gerçek mahiyetini adamakıllı kavrayamayan insanlar bile onların davasının bir parçası olmaya can atmışlardır.
Anadolu’nun onlarca beyliğe bölünmüş olduğu 13. yüzyılda da bu hareketin bir parçası olmak isteyen müslümanlar yönlerini Söğüt’e çeviriyorlardı. Bizans’la mücadelenin üssü haline gelmiş olan Söğüt’te saf bir iman, kardeşlik ve disiplin onları bekliyordu. Bu üç şeyin kendisinde birleştiği bir topluluğun cazibesine kapılmamak pek çok hıristiyanın bile elinden gelmemiştir.
İnanç ve aşk devleti
Osmanlı’nın kuruluş safhasında en belirleyici unsurlardan biri de Ertuğrul ve Osman Gazilerin etrafında toplanan alp ve gazilerin kişisel şöhret davasını bırakıp hakiki davanın selametine kanaat etmiş olmalarıdır. Bu noktada sözü Ahmet Şimşirgil’e bırakalım:
“Eski kaynaklarda Ertuğrul ve Osman Gazi’nin en eski silah arkadaşlarından olarak Akçakoca, Abdurrahman Gazi, Hasan Alp, Konur Alp, Turgut Alp, Aykut Alp, Gündüz Alp, Saltuk Alp, Köse Mihal, Samsa Çavuş ve Kara Ali’nin adı sık sık fetihlerde geçmektedir. Bunlar bazen bir ve beraber olarak meydan savaşlarına veya büyük bir hisarın zaptına katılıyorlar, bazen her biri bir kalenin muhasarasına gidiyor, bazen de bir şehrin idare ve imarında bulunuyorlardı. En önemlisi gerek harp, gerekse sulh esnasında yapılacak her işten evvel mutlaka ulema mensuplarının da katıldığı bir istişare meclisi tertip ediyorlar ve kararlarını ondan sonra veriyorlardı. Dolayısıyla sanki geleceğin üç kıtasına yayılacak, dünya siyasetine asırlarca yön verecek bir ulu devletin temellerini sabırla, gayret ve feragatle, aşk ve arzuyla, muhabbet ve sadakatle atıyorlardı.
Aslında aralarındaki ilişkiler gözden geçirildiğinde, Selçukluların son iki asrında ve Beylikler Türkiyesi’nde görülen ayrılıklar, sen ben davaları, menfaat kaygıları sanki bu uç bölgesine hiç uğramamıştı. Herkes eski tabirle baş ve buğ bildikleri Ertuğrul Gazi ile ahfadına candan ve gönülden bağlı olup her emrine ölesiye muti idiler.”
İman, itaat, özveri, kardeşlik, istişare ve tabii ki aşk...
Bir toplum bu hasletlerle bir araya gelince elbette büyük işler başarılır.
Kalın Sağlıcakla…