Köşe yazısı yazmak kolay bir iş değil! Düşüneceksin, toplumun nabzını tutacaksın, kalemin kuvvetli olacak, farkındalığın yüksek olacak, gerektiği yerde gerekeni söyleyeceksin, dilin sivri, yüreğin korkusuz olacak!

   Ya akıcı bir dilin, yalın üslubun, geniş kapasiten olacak; her konuda yazabileceksin ya da gazetelerdeki haberleri alt üst edip konu bulup araştıracaksın.

   Genellikle konular uyumsuzluklar, farklılıklar ve anormalliklerden çıkar. Yetkili ağzın söyledikleri, yolunda gitmeyen düzenler ve ani gelişen olaylar temeldir.  Bir de anormal durumlar vardır ki yazmak için cevherdir, tadından yenmez.

  Hiçbir dönemde konu bolluğu bu kadar çok olmamıştı. Milletçe normların anormalleştiği, yanlışların doğru olarak görüldüğü, ahlaksızların başa taç edildiği, gerçekler bu kadar ortadayken, görünmezlik zırhına büründürüldüğü başka bir dönem yaşamadık. Değerlerin değersizleştirildiği, cahilliğin prim yaptığı, nereden türediği belli olmayan bir kaymak tabakanın oluştuğu ve fakir halkın bu kadar perişan olduğu bir dönem ne acıdır ki bizim dönemimize denk geldi.

  “Gerçeklerin görünmezlik zırhına büründüğü” dedim ya hani, gerçek saklanamaz aslında, yok sayılır, görmezden gelinir. Çünkü gerçekle yüzleşmek her babayiğidin harcı değildir. Yokmuş gibi davranmak, kendini ve etrafındakileri olmadığına ikna etmeye çalışmak gerçeği görmekten daha kolaydır.

  Gerçek güneş gibidir, balçıkla sıvanmaz. “Bak etrafına görüyor musun? Çevre ne kadar kirli bunun sorumlusu sensin” dediğiniz insan, bu kirliliğe sebebiyet verense ya da daha çok kirlenmesine sebep olan kişiyse “Ama bak kuşlar uçuyor hem o kadar da kirli değil, zaten ben yapmadım, bunun sorumlusu ben değilim, daha önce de kirliydi. Bak kuşlara nasıl güzel uçuyorlar, kirliliği boş ver” diyebilir.

“Nasıl olur canım?” demeyin, sık sık karşılaşıyoruz bu durumla…

Mesela; çevre kirliliğinin sebebi olduğu sorumlusuna söylenemiyor bile. “Çevre kirli, bak, burayı sen kirlettin” denilemiyor bile!

Bunu söylemeye cesaret edenlerin başına gelen, Nasrettin Hoca’nın başına gelenle de benziyor ama onlar Nasrettin Hoca gibi kıvrak zekaya sahip değil! Bir türlü sözcülüğün hakkını veremiyor değil gerçekleri söylemek ya da sorunu övmek, görevlerinin ne olduğunu bile hatırlamıyorlar!

Fıkra şudur ki: Nasreddin Hoca ve Fil Hikayesi

Timurlenk, Nasrettin Hoca‘nın yaşadığı şehre bir fil hediye etmiş. Fil, şehirde bağ, bahçe ne var ne yoksa yiyor dur durak bilmiyormuş.

Bununla kalsa iyi, şehirdekiler fili beslemek için ambarda, kilerde ne varsa tüketmişler.

Bakmışlar ki böyle olmayacak, şehrin büyükleri Hoca’ya gelerek şöyle der:

-Aman hocam, nedir bu filden çektiğimiz, hünkâr seni dinler; hünkârla konuş da şu fil belasını başımızdan alsın.

Hoca sakalını sıvazlar, bir yol düşünür ve şöyle cevap verir:

-Hep beraber gidelim Timur’a. Bu fil başımıza dert oldu, geri almanızı rica ediyoruz diyelim.

Hoca önde, köyün büyükleri arkada, huzura çıkmak için yola düşmüşler, otağın kapısına gelindiğinde hoca durumu tekrar görüşmek üzere arkasına döner bakar ki bir de ne görsün: Kimse yok, in-cin top oynuyor!

“Ben yapacağımı bilirim hem söz verirsiniz hem de kaçarsınız ha!”der.

Timur, Hoca’yı huzuruna kabul eder:

-Hayırdır Hoca, yine ne istiyorsun?

Hoca:

-Devletlim, şehrin büyükleri beni size ricaya gönderdiler.

Bize hediye ettiğiniz fili bizimkiler çok sevmişler, filin yalnızlıktan canı sıkılıyormuş, ferman buyurursanız yanına bir de dişi fil isterler.

Timur, “Hay hay! Ne demek hoca var git müjdeyi hemen ver” der.

Nasreddin Hoca, otağın kapısından çıkınca, köylü hemen hocanın etrafını sarar:

-Müjde bekleriz Hoca, fil ne zaman gidiyor?

Nasreddin Hoca:

-Alın size müjde, dişisi de yarın geliyor.

Üstüne gerçekler sadece ülkemizde gölgelenmiyor, tüm dünyada vaziyet bu…