Hayatımızın her günü, bu üç kelime arasında dolanırgider.
Her sabah, güneşin doğuşuyla başlayan bir vatan,renklerin tüm çeşitleri ile Rabbimizin sayısız delilini sergiler ve yerini“vekil”i olan aya bırakıp, dünyanın bir başka bölümünde görevini ifaya koşar.Gündüz bize sunulan vatandan ayrılıkla yaşanan gece gurbeti ise, bir hicretsonucu bizi gece sunulan başka bir “vatan”a kavuşturur. Ertesi sabah, ertesiakşam derken, bu süreç işler durur.
Sonsuz denebilecek kadar çok sayıda duyguyla donanmışız.
Her bir duygumuz, birer el gibi, etrafımızdaki her birşeyi bizim dünyamıza devşirmede.
Gözümüz manzaralar, kulağımız sesler, dilimiz tatlar,aklımız hikmetler, kalbimiz sevgiler devşiriyor. Böyle nice duygu ve kabiliyetverilmiş bize; onlar sayesinde, etrafımızdaki eşya ile küllî bağlar kuracakşekilde yapılmışız.
Sağımız ve solumuz, önümüz ve ardımız binbir “eşya”yladolu.
Her ne yana bakarsak bakalım, zerreden galaksiye,hücreden yıldıza, değişik “şey”lere muhatap oluyoruz. En küçük mevcuttankâinatın tümüne kadar, daima değişen, daima yenilenen görünüşler içinde,önceden belirlenmiş bir maksadı ifa eden sayısız eşyaya muhatabız. Zerre, atom,molekül, hücre, bitkiler, hayvanlar, sair insanlar, dünya, ay, güneş sistemi,galaksiler derken, derinliğini ve genişliğini bile kestiremediğimiz bir “âlem-ieşya” ile yüzyüze yaşıyoruz.
“Eşya”, yani etrafımızdaki herşey, belirli ve öncedenbiçilmiş bir maksat istikametinde, durmak bilmeksizin duygularımıza hitapediyor. Tadı, kokusu, şekli, nakşı, küçüklüğü, büyüklüğü, sırrı, gizemi,hikmeti, işleyişi derken, bizi kendisiyle bağ kurmaya çağırıyor. O kadar kiinsan oluşumuz dahi onlara bağlı. Nitekim, etrafındaki tüm bu eşya yokmuşçasınayaşayan kişiler için “insan” demeye dilimiz el vermiyor. Ve, “insan nedir?”sorusuna, kâinatı işin içine katmadan, cevap bulamıyoruz. Çünkü her bakımdankâinatla ilgiliyiz. Midemiz, ancak muhtaç halde yaratıldığı sayısız yiyeceklebirlikte anlam kazanıyor. Gözümüz, gördüğü eşya sayesinde değer buluyor. Sevmeduygumuz, gerçekten var olabilmek için, sevmemiz gereken ve de sevdiğimizşeylere muhtaç. “İnsan vücudunun ısıya ihtiyacı”ndan dem vururken, elbette buihtiyacı ısıyla birlikte düşünmeye mecbur kalıyoruz.
Tüm bu örnekler ile öğreniyoruz ki, insan her birözelliği ile kâinat bütününün ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle ki, eğer bizdenirtibatlı olduğu “çevre”siyle birlikte bir insan resmi çizmemiz istenseydi,mutlaka bir kâinat resmi çizmemiz gerekirdi. Yani, insan kâinat içinde bir odaknoktası hükmünde; insan onsuz olamıyor, kâinat da insansız.
İster gözümüzü yumalım, ister kalbimizi köreltelim, bugerçek değişmiyor. Gözümüzü yumsak da, o yine görecek; ama kendi gözkapağımızıgörecek. Kalbimiz yine sevecek; ama sadece kendimizi sevecek. Fakat “kendi”mizbile, bizi kâinatla irtibatlı kılmaya yetiyor.
Kısacası, insanı kâinattan ayrı düşünmek pek mümküngörünmüyor. Her bir insan, istediği müddetçe, kâinatla dilediği genişlikte birirtibat kuracak halde yaratılmış. Bu irtibat alanı ise, o kâinat içinde insanınkendi hususî âlemini meydana getiriyor. “Herkesin bu dünyada koca bir dünyasıvar. Âdeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş”. Duyguların,düşüncelerin, sezgilerin tarlası, işte bu dünyalar. Her bir duygumuzla, her birkabiliyetimizle bu hususî dünyalara muhatap oluyor; eldeki istidat tohumlarınıoraya ekiyor; daha geniş ve sonsuz bir âlemin fidanlarını orada büyütüyoruz.
Maamafih, tarlayı boş bırakmak yahut tohumları çürütmekde elimizde. Ne ki, insanlığımız bunu istemiyor. Şu âlem tarlasını ekip biçmek,orada âhiret fidanlığı yetiştirmek için var edilmişiz. “Vatan-ı aslî”mizdenbunun için gönderilmişiz. Ve ancak bu fidanlar sayesinde oraya geri döneceğiz.Ruhumuz orada ilâhî hakikate muhatap olmuş; kalb ise “âyine-i Samed” olarak,burada ruhumuzun emrinde. Dünya gurbetinde, kalb penceresiyle, oraya mütevecciholuyoruz.
Gurbetteyiz. “Vatan-ı aslî’mizden ayrılmışız. Yunus’undeyişiyle “kervan göçmüş”, biz ise “dağlar başında”yız. Ve elimize, kervanayeniden kavuşmak için kalb verilmiş, akıl verilmiş. Sayısız duygularladonatılmışız. Kalbimizle akledip, akabinde ortaya çıkan tefekkür mahsullerinin“vatan-ı aslî”mizde bize sunulan gerçeğe uygunluğunun farkına vardığımız yerde,rahat ve huzur buluyoruz. Böylesi bir tefekkür ile Rabbimizi tanıdığımız yer,vatan-ı aslîmizi şu dünyada hatırlatan, Ona götüren geçici vatanımız oluyor. Budaima değişen fani dünyada, değişmeyen asıl vatanı hatırlatan, bizi oradakiezelî va’de ulaştıran bu geçici vatanı, seviyoruz da.
Ama her insan, kendi âleminde onu vatan-ı aslîyeulaştıracak bir vatan edinememiş olabilir. Duygularına, hiçbir yerde, Onagötüren bir ma’kes bulamayabilir. Tefekkür için ektiği tohumlar, hep tahripediliyor olabilir. İşte eğer bir yerde, ruhumuza ayna olabilecek fidanlaryetişmiyor, tohumlar filiz verip kök atamıyorsa, o yeri terketme lüzumu ortayaçıkar. Yani, böyle bir durumda, ufukta hicret gözüküyor demektir. Ki buanlamda, bizi Rabbimize ulaştırmayan, bize Onu tanıttıran işaretler sunmayanolay ve ortamlardan kaçınmak, yani istiaze de bir nevi hicret mahiyetindedir.
Bu hicret, ilelebet sürecek değildir; bir son durağıvardır. Son durak, ruhun Rabbini tanıyabileceği, Rabbinin kendisini tanıttırmakiçin göndermiş olduğu delilleri okuyabileceği yerdir. Tefekkür tohumlarınınfiliz verebildiği diyardır. Yani vatandır; insanın vatan-ı aslîsini hatırlatan,şu dünyadaki vatanıdır. Zira vatan, Rabbimizin âyet-lerini gözümüz önünesunduğu yerdir. Bizim bu âyetleri okuyabildiğimiz yerdir. Neresi bu okumanınmekânı olmuşsa, orası vatandır bizim için. Ve nerede bu okuma gerçekleşmiyorsa,orada gurbette sayılırız.
Aynı hali, bir başka şekilde de yaşarız. Bebekliktençocukluğa, gençlikten kemâle, ihtiyarlıktan ölüm döşeğine derken, devamlı“hicret”ler yaşanır dünyamızda. Bir dönem gençlik halimiz bize vatan olur;onunla Rabbimizi tanırız. Sonra o bizi bırakır, gurbette kalır ve olgunlukdöneminin vatanına hicret ederiz. Kalın Sağlıcakla…