İnsan bir bahar çiçeğini sever.
Nâzenin, san'atlı, güzel mi güzel, rengi gözünü, zerâfetikalbini, letâfeti ruhunu okşayan bir çiçeği.
Ve bu çiçek çok geçmeden soluverir.
Sevilen her bir şeyden ayrılığın acısı gibi bu ölümle de kalbinebir ağırlık çöküverir.
Sonra o çiçek gibi her baharda yeryüzüne gelip, kısa birsüre görünerek giden sayısız çiçekler düşer zihnine. Bu müthiş ve dâimifaaliyet içindeki mevt ve zeval levhaları ona çok hazin görünür.
Bu durum rikkatine çok dokunur ve herhalde onu ağlatır.
Bu dünyada kısa bir zaman kalarak giden bu kadar bitkicikve hayvancıklara, bütün bu güzel zihayat mahluklara yazık değil mi? diyesorgular. Ve o anda, kalbini yakagelen bu sorgulamanın altındaki ruhunun derinferyadını hisseder. Bu âkibete uğrayan hayatı, ölümden beter bir azap görür.
Bunlar mâdem ölecekler, neden bu kadar çok güzel, sevimlive san'atlı yapılmışlar?, Bu kısa ömür için bu masraf israf değil mi? diyedüşünür. Bu hâli gördükçe ciğerleri sızlar, feryât etmek ister ve "bunlarneden geliyorlar ve hiç durmadan gidiyorlar?" diye feleğe karşı kalbidehşetli sorular sorar.
Bu kadar şirin ve güzel masnucukların bu kadar özen,dikkat, san'at, terbiye, tedbir ve çeşitli donanımlarla bu kadar kıymetli birsurette icat edildikten sonra hiç değersiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçliğeatılmalarını gördükçe kemalatı ve güzelliği seven, kıymetli şeylere aşık bütünlatifeleri ve duyguları feryat edip, bağırır.
Neden bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval gelip buçaresiz mahluklara musallat olmuş? Yazık değiller mi? Niçin bunlara merhametedilmiyor? gibi sorgulamalarla hayatın dış yüzündeki görüntülere bakarak kaderekarşı müthiş itirazlar başladığı zamanda, insan artık bir yol ayırımına dagelmiştir...
Evet, hepimiz dünyayı ve içindeki güzellikleri seviyoruz.
Hem bekâya âşık ve hakiki aşkı arayan, fâni ve geçiciolanın sevgisi ile yetinmek kendisine çok ağır gelir bir fıtratta dayaratılmışız. Öyle ise, dünya fâni olduğundan çelişkili görünen bu durumdakendimize nasıl bir yol bulmalıyız? Sevilen şeylere karşı olan mecâzi aşkınhakiki aşka dönüşmesi gerektiği gibi, acaba çoğumuzda bulunabilen dünyaya karşıolan mecâzi aşkı nasıl hakiki aşka dönüştürebiliriz?
Sevgili üstadımızın güzel tefekkürüyle Risale-i Nur'daifâde ettiği şekli ile dünyanın üç yüzü var. Birincisi kendine bakar, fâni vekararsızdır. İkincisi Esmâ-i Ìlahiyeye bakar, onun âyinesidir. Üçüncüsü iseâhirete bakar, onun tarlası ve fidanlığıdır. Birincisi zâhiri ve mecazidir,mânâ-i ismi ile bakmaktır. Diğer iki yüzü ise bâtıni ve hakikidir, mânâ-i harfiile bakmaktır.
Bu yol ayırımında dünyanın birinci yüzüne bakmaya,dünyanın fâni yüzüne karşı geçici ve mecâzi aşkını bâki ve hakiki zannederekyaşamaya karar veren kimse esasında bu çelişkili ruh halini ve duygularının isyanınıyaşamaya devam kararı vermiştir. Yani bütün latifelerinin ve hislerinin bekâyave bâki olanı sevme ihtiyacına rağmen, kadere itiraz ederek, menfi ve içdengeleri karışık bir halde, geçici, elemli, azaplı, fâni ve mecâzi olan birkarşılıksız aşkı yaşayacaktır.
Bu fâni dünyada zatında bâki olan ve kendisine çok muktaçolduğu bekâyı verebilecek bir Rahim-i Mutlakı bütün isim ve sıfatları iletanıyacak, Onu çok çok sevecek ve bu muhabbetinin bekâsını O'ndan isteyecektir.Ve yine bu dünyada âhiretin delillerini görecek, onun tahakkukuna şehâdetedecek ve Sâdık-ul Va'd-ul Emin olan Rabbinden Cennet-i Firdevste saadet-iebediyeye mazhar edilmeyi isteyecektir.
Dünyayı Esma-i Hüsnânın tecelli yeri ve âhiretin tarlasıve fidanlığı olan çok mânidar bir sergi ve kârlı bir ticârethâne bilecektir.Fâni dünyada bir üzüm tanesi yiyecek, elhamdulillah diyecek, bu memnuniyet hâlionun için bâki cennetlerin ferahlatan serinliğine dönecektir. Velhâsıl, bu fânidünyada ondan sonsuz kere kıymetli olan bekâyı kazanacaktır.
Bu noktada bir yol ayırımına gelen insan tercihini bahsigeçen iki yoldan birisi için kullanıyor. Birbirinden cennet ve cehennem kadarfarklı iki yoldan birisi için. Öyle de, acaba bizler bu tercihimizi neye göreyapıyoruz? Bu noktada yine Risâle-i Nur'da dikkat çekici bir şart mevcut ki bu,insanın zâyi olucu ve kendi hayatı ile bağlı kararsız dünyasını dış dünya ilekarıştırmaması şartıdır. Yani hakikatte birbirinin aynı, fakat bizimtasarrufumuzda birbirinden farklı iki dünya var. Birincisi, biz doğmadan öncevar olan ve ömrü bizim ömrümüzle sınırlı olmayan bir umumi dünya. İkincisi ise,bizim hayatımızla kâim olan ve ömrü bizim ömrümüzle sınırlı bir hususi dünya.
Ve böylece üzerinde tasarrufumuz bulunan kendi hususidünyamıza karşı olan mecâzi aşkımızı bir hakiki aşka dönüştürebiliriz. Eğerdünyamızı sevdiysek anlarız ki; dünyamız hayatımız üzerine kurulduğu için,hayatımız gibi fâni ve kararsızdır. Bunun için dünyamıza ait muhabbetimiz, onunaynası olduğu Esmâ-i Hüsnanın nakışlarına ve oradan da Esmâ-i Hüsnanıncilvelerine yönelir. Bu gafletten kurtuluş şuuru ile ölümlü cesetlerin bâkiolan ruhları üzerinde tecelli eden bir Zât-ı Bâkinin bâki esmasının cilvelerinigörürüz. Evvelki acımalar, sevinmelere dönüşür. Ve dünyaya ait şiddetli hırs vehislerimiz, yine dünyamızın âhiretin tarlası ve cennetin fidanlığı olduğunuanlamamızla, bu tarlanın mahsulü ve fidanlığın sünbülü olan uhrevi faydalaraçevrilir. İşte o zaman ebedi cennetlerin nihayetsiz mutluluğunu hissederiz ve ozaman aşk-ı mecâzi, aşk-hakikiye dönüşür. Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve RuhuRevani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din KardeşlerimizinÜzerine Olsun.