Güven kalkınca herşey kalkar sözü çok doğrudur.

İnsanlar arası ikili ilişkilerde, diyalogda, hatta makro planda toplumsal ilişkilerde güven, anahtar hükmünde bir duygudur. Varlığı pek çok kapıyı açar, yokluğu ise tüm kapıları kapatır.

Paranın açamadığı kapılar da dahildir buna. O nedenle, para her kapıyı açar sözünü duygusal katılığın, ufkî bozukluğun, yitirilmiş manevi atmosferin ve ölçü bozukluğunun bir göstergesi olarak değerlendiriyoruz.

Farklı düşünenler nezdinde de, "yaşamayan bilmez" denilecek bir sıcaklığı vardır güvenin ve ancak tadarak anlaşılan bir zevki...

Nice durumlar vardır ki, güvensizliğin, bir başkasına güvenememenin verdiği sıkıntı içimizi kemirir, zihnimizi meşgul eder.

Oysa karşıdaki insan güvenilir olamasa bile, güvenebilmek, bir duygu olarak yine de güzeldir.

Hatta sonrası tedbir ve temkinle pekişse bile...

Yani güven, kendisi gibi sımsıcak bir limandır duygusal yoğunluğumuz içinde.

Günümüzde ise zaruret halinde ve sadece ihtiyaç boyutunda ama fiilen lüks bulduğumuz bir tavır haline gelmiştir.

Mecbur kaldığımızda, zoraki olarak, istemeye istemeye arzularız onu.

Bu nedenle itimat duygularımız, samimi bir güvenle tamamlanmaya muhtaçtır hep.

Nitekim güven, sadece "çok iyi" dediğimiz insanlara karşı duyduğumuz bir his bugün.

Sonuçta, günlük hayatla ilgili gerçeklerin sarsıntıya uğratamadığı "hakikaten iyi" insanın azlığı, kendimiz de dahil olmak üzere toplumsal bir güvensizliğe itmiştir bizleri.

Ve artık, güven bir umuttur sadece.

Gerçekleşince sevindiğimiz, olmayınca da çok umursamadığımız bir umut ya da açıkçası, umutsuzluk hali...

Güven duygusu yerini güvensizliğe terk ederken, bu duygu, daha doğrusu güvensizlik fiili, tüm toplum halinde, iyiliğe ne kadar susadığımızın çok açık bir göstergesidir.  Çünkü iyiliğe aç oluşumuzu, yeterince iyilik görememiş olmamızdan daha açıklayıcı bir şey bulamayız.

Güven ya da güvensizliğimiz, aslında kendi ihlassızlığımızı yansıtıyor da denebilir.

Çünkü güvensizlik, başlangıç itibariyle, su-i zan demektir.

Temelde ise, kendine karşı su-i zanları olan insan, başkalarına karşı da su-i zanlıdır.

(İnsan-ı kamilin özelliği, kendine karı su-i zanlı olmamasıdır.

O nedenle, sui zan da yapmaz) Yani su-i zan da, temelinde su-i zan yatan güvensizlik de aslında bir projeksiyondur.  Yansıtma dediğimiz bu savunma mekanizması bizi ahlaki bakımdan duyarsız kılmaktadır. Bu anlamda güvensizlik de kendini kıymete değer bulmamanın, başkalarına yansıtılma şeklinden başka birşey değildir denebilir ahlaki anlamda.

Nedense hiç kimse, yaklaşık hiçbir konuda, iyi niyetli olmayı fedakarlık olarak değerlendirse bile, ilk önce kendisi fedakarlık yapmayı tercih etmemektedir.

Çünkü temel hadise, güvensizlik hadisesidir.

Bu da insanları, nasihate kapalı toplum tipine itmektedir.

Böyle bir ortamda, emr-i bil ma'ruf nehy-i ani'l münker (iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) cehdimiz ve çabamız da sonuçsuz kalacaktır.

Hiç şüphesiz bu, Allah (c.c.) indinde böyle değildir.

O nedenledir ki "Yap iyiliği at denize, balık bilmezse Hâlık bilir." denmiştir.

Aksi halde sonuçta, güvenilecek şeylere güvenmeme, güvenilmeyecek durumları da umursamama gibi duygusal kaoslar yaşamakla kalmaz, yanlış kavramları da doğrularının yerine koymuş oluruz. Adeta silsile halinde yanlış düşünmeye kurgulanmıştır beynimiz.

İnsanın, neye benzerse ondan olması ya da inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmasıyla sonuçlanır, güven duygularımızın dejenere olması.

Bizleri bekleyen en vahim sonuç ve en mühim tehlike de budur aslında.

Bunlar, daha henüz, oturduğumuz yerde, düşünürken kaybettiğimiz değerlerdir.

Bir de ciddi imtihanlarda halimiz nice olur, ayrıca onun da muhasebesini şimdiden yapmak lazım!..

Kalın Sağlıcakla…