Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi. İmam-ı Azam Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona âşık oldu. Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona: "Artık üzülme, duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek, o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek" dedi. Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına götürdüler. Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi. "Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı. Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde," dedi. Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi. Hastanın halinden onun gönül hastası olduğunu hemen anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir. Hekim durumu anlayınca, "Padişahım. Herkesi uzaklaştır, köşede bucakta kimseler kalmasın ki hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim" dedi. Padişah emretti, oda boşaltıldı, hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi ve: "Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle, çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın?" diye sordu. Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu. Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu. Hekim, kızın nabzını tutmuştu ve: "Bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demek ki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur," diye düşünüyordu. Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik olmadı. Hekim, "Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin?" diye sordu. Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri, görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar... Semerkant'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı, yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyumcuya âşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ızdırabıyla hastalanmıştı. Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant'ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza: "Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakın başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma," diye tembih etti. Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı: "Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok" dedi. Bunu duyan padişah hekimin nasihatini kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi. Elçi Semerkand'a varınca kuyumcuyu buldu. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim etti ve padişahın onu davet ettiğini söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı. Hekim saraya gelen kuyumcuyu alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hekim bunun üzerine : "Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin" dedi... Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, böylece kız tamamen iyileşmiş oldu. Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden eser kalmadı. Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, aşkı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın aşkı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu. Mevlana der ki: "Bu cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ise sestir, seslerin aksi yine dönüp bize gelir." Padişah, ruhu Cariye, nefsi Cariyeyi tedavi eden hekim, mürşid-i kâmili Kuyumcu ise insandaki heva ve hevesi (boş ve lüzumsuz arzular) temsil ediyor.