Çok değerli “Salkım Söğüt” okuyucuları, bu sayımızda dolu dolu bir edebiyat sayfaları sunuyoruz. Mesder Derneğimiz, aşağıda göreceğiniz üzere, Aralık ayında birçok etkinliğe hem imza attı, hem de ev sahipliği yaptı.

13 Aralık günü, Kahramanmaraş İstiklal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümünden “Doç. Dr. Özlem ÜNALAN’ın konuşmacı olduğu ve Âşık Veysel’in türkülerinin de seslendirildiği “Sazıyla Sözüyle Kültürümüzde Âşık Veysel” konulu konferansa Mesder olarak katılım sağladık.
16 Aralık’ta, Mado sponsorluğunda ulusal ölçekte düzenlediğimiz “Deprem ve Yaşam” konulu öykü yarışmasının Ödül Törenini yaptık. Mado Evi’nde yapılan ödül törenimizi, 12 Şubat ve Dulkadiroğlu Belediye başkanlarımız, Emniyet Müdürümüz, İl Kültür Müdürümüz, Büyükşehir Kültür Dair Başkanımız, 12 Şubat Milli Eğitim Müdürümüz, 12 Şubat Belediyesi Kültür Müdürü, Öykü Yarışmasında dereceye giren yarışmacı misafirlerimiz, yarışma jürisinde yer alan edebiyatçılar, Mado Yönetim Kurulu Başkanı, birçok edebiyatsever yazar-şair dostlarımızla birlikte MESDER Yönetim Kurulu ve Kahramanmaraş’ta bulunan bütün gazeteci arkadaşlarımızın, haber ajanslarının ve muhabirlerinin tamamının katılımı ile gerçekleştirdik.
19 Aralık’ta, Mesder binamızda düzenlediğimiz “Türkü Pınarı” programında, Kahramanmaraş ozanlarından İsmail TOPAL’ın türkülerini ve müzik serüvenini dinledik. 21 Aralık’ta Mesder’de, Türk Ocağı Kahramanmaraş Şubesinin düzenlediği “Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın Siyasal Faaliyetleri” konulu konferansı, Sütçü İmam Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Samet ALIÇ hocamız sundu.
23 Aralık tarihinde, Mesder ve Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi birlikteliğinde mûtad “Mesder/ Akademi Edebiyat Sohbetleri” nin ikincisini idrak ettik. Mesder binasında yapılan programın konusu “Hz. Mevlana ve Şeb-i Arus”, konuşmacımız ise Sütçü İmam Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi’ nden Prof. Dr. Yakup POYRAZ hocamızdı.
27 Aralık’ ta Mesder’de, Türkiye Yazarlar Birliğinin Kahramanmaraş Şubesi tarafından düzenlenen ve Mehmet Yaşar’ın sunumuyla, konuşmacı olarak Sütçü İmam Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesinden Doç. Dr. Selim SONUNCU ve araştırmacı / yazar Duran BOZ’un konuşmacı olarak katıldığı; “Doğumunun 150. Yılında İslam ve İstiklal Şairi Mehmet Akif ERSOY’u Anma Programı” na ev sahipliği yaptık. 30 Aralık günü Mesder’de “Düşeyaz Dergisi” nin düzenlediği aylık okur-yazar buluşması kapsamında “Depremle Barışık Yaşamak Mümkün mü” konulu panelde, konuşmacı olarak şair/yazar Zekeriya ÇAKABEY, emekli müftü Ahmet ÇELİK ve yüksek inşaat mühendisi Uygar GÜNDEŞLİ’ nin değerli önerilerini ve tavsiyelerini dinledik.
Şu sıralar Mado ile işbirliği içinde, yarışmamıza gelen deprem öykülerinden 70 tanesini puanlama sırasına göre kitaplaştırma çabası içindeyiz. 6 Şubat depreminin yıldönümünden önce kitabımızı çıkarıp, siz okuyucularımıza sunmayı hedefliyoruz. Sevgili edebiyatseverler, bir ay sonra buluşmak ümidiyle hoşça kalın, edebiyatla kalın.
Lütfi BİLİ
ARAF Celalettin Kurt
Bir değirmen çıkrığı, döndükçe döner başım
Şu dünyada mekânsız, araftayım, zordayım
Pervaneyim dönerim, bir kendime dönemem
Aşkın gönül derdinde, alev alev kordayım
Oysa dönsem kendime, bulurum adresimi
Hançereme bağlarım, yitirdiğim sesimi
Soluk alır veririm, toplarım nefesimi
Ben kendimi ararım, bulamam ki nerdeyim
Ne hayâller kurardım, mor ufkumda yaldızlar
Göğe çadır kurardım, ellerimde yıldızlar
Hayâllerim vurdular, kanar, yüreğim sızlar
Eşkâli mücerretim, sanki düştüm yardayım
Bulutları örterdim, yorgan diye üstüme
Doldururdum suları, bulutlardan destime
Söyleşirdim geceyle, aşk gelmezdi kastıma
Dertlerimdi dermanım, zarardayım kârdayım
Bir sevdanın peşinden, yıllar yılı yürüdüm
Yollarına düşüp de, nice ayak sürüdüm
Her hüznüne katlandım, derdin başa bürüdüm
Hâlâ sevda künhünde, başladığım yerdeyim
Benden kaçar o sevda, göçer yaban ellere
Hem düşürür kendini, hem de beni dillere
Gül remzini unutur, yazık eder güllere
Utanırım bu hâle, içim ağlar dardayım
Yanarım alaz alaz, dumanım göğe çıkar
Bazen nefsin şerrine, kînim, nefretim akar
Çıkamam ki araftan, yolum boşluğa bakar
Gülüm yanar benimle, kokusunda hardayım
Akitleşir bir zaman, kavli kavle çatardım
Yedi veren güllerden, bahar bahçe tutardım
Maveranın büyülü, rüyasına yatardım
Düşüm çıktı düşümden, bir rotasız turdayım
Aşkım vardı aşk içre, şimdilerde niçin yok
Hedefine varmadan, kaçar yana eğri ok
Yengilerim çoğaldı, tasa gamlar bende çok
Nalânlıyım feryatlı,  ünlenirim zardayım
Bir gurbettir bu dünya, başı sonu nerdedir
İnsanlığa öz vatan, uzaklarda yerdedir
Aydınlığın muştusu, karanlığa perdedir
El ver Râbb’im kuluna, el verirsen ordayım
3- Tezay Tezcan Akkurt
KELEBEĞİN VERİLECEK HESABI YOK
 
Çocukluğumdan bu yana, doğaya ve doğada yaşayan tüm canlılara ilgi ve sevgi duyarım. Hatta kendimi çoğu zaman insanlardan çok, doğadaki diğer canlılara yakın hissederim. Onların o disiplinli ve yaratılış gayelerinden sapmayan onurlu yaşantılarını hayranlıkla izlerim. İnsanla karşılaştırıldıklarında ne kadar da azimli, çalışkan, dürüst, merhametli, sevgi dolu, vefalı ve günahsızdırlar. Belki de bu yüzdendir ki çoğumuz, kalabalıklar içinde bulamadığımız huzuru doğada buluruz ve yalanlarla, içi boş naralarla kirlenmiş zihinlerimizi, doğadaki seslerle dinlendiririz. Nasıl da güzeldir kuşların cıvıltısı, yaprakların hışırtısı, suların şırıltısı ya da bir ağustos böceğinin yıldızlı bir geceye eşlik eden, rast makamındaki şarkısı…
Bütün bu canlılar içerisinde beni en çok cezbeden ve şaşırtanlardan biri de kelebeklerdir.
Aslında tırtıldan, eşsiz güzellikte bir kelebeğe dönüşmeden önce, daracık bir kozanın içerisinde sabırla bekleyişleri, biz insanoğlunun anne karnındaki bekleyişi ile oldukça benzerdir. Ancak kozadan çıktıktan sonraki hayatları hiç de bizimki gibi değildir. Kısacık ömürlerinde hep aynı zarafetle yaşarlar ve hiç kimseye zarar verdikleri görülmemiştir. Kusursuz bir güzellikle yaratılmış olmalarına rağmen hiç şımarmazlar. Geçtikleri her yere mutluluk götürürler ve etraflarına saçtıkları güzellikle ilham dağıtırlar.
Hayatın içinden sessizce uçup giderler ve hiç gürültü yapmazlar. Birbirleriyle savaştıkları, birbirlerini öldürdükleri hiç görülmemiştir. Birbirlerine üstünlük taslamazlar. Kanaatkârdırlar, kimsenin sahip olduklarını kıskanmazlar ve kendi bulduklarıyla yetinirler. Güzel havalarda kanatlarını şükürle çırparlar ama zor şartlarda da kendilerini koruyup kamufle edecek kadar mücadelecidirler. Doğanın küçük bir parçası olduklarının ve doğaya muhtaç olduklarının farkındadırlar. Bu yüzden de doğaya asla zarar vermezler. Kanatları farklı renkte diye, bir başka kelebeği dışlayıp ötekileştirmezler hatta aksine aynı bahçede ahenkle ve birlikte kanat çırparlar. Ömürleri kısa olsa da hiçbir zaman hırs yapmazlar ve daima sükûnetlerini korurlar. Bütün bunların sonucu olarak, bedenleri kadar küçük ömürlerini tamamladıklarında bile güzelliklerinden hiç bir şey kaybetmezler.
Peki ya insan, kozasından tertemiz ve günahsız çıktıktan sonra, kelebekler gibi ömrünün
sonuna kadar aynı masumiyeti korumayı başarabilir mi? Elbette ki hayı! Tam aksine insan, menfaatleri uğruna her türlü kötülüğü yapma potansiyeli olan doğadaki en tehlikeli canlı türüdür. Hırsları uğruna birbirinin hayatına son vermekten çekinmeyen ve hatta çocukların bile canına kıyabilecek kadar onursuzlaşan aşağılık bir varlıktır insan. Bazen düşünüyorum da, keşke insanın insana ettiği bunca zulmü, bunca haksızlığı, adaletsizliği, vahşetin ve barbarlığın bu denlisini görüp de insan olacağıma, mavilikte süzülen bir güvercin, dağ başında açan bir çiçek ya da bir suyun kıyısında öylece duran bir taş olsaydım…
Ne yazık ki eşref-i mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisi olarak yaratılmış olan insan, yaşadığımız bu garip çağda yaratılış gayesinden çoktan uzaklaşmış ve nefsinin, arzularının, hırslarının kurbanı olarak kendisine layık görülen şeref payesini de kaybetmiştir. Ancak bizler inanırız ki şu kısacık ömürlerimizi geçirdiğimiz fani dünyadan sonra gideceğimiz ebedi bir âlem vardır ve orada zerre kadar iyilik de, zerre kadar kötülük de karşılıksız kalmayacaktır! Kısacık bir ömür için ebedi hayatını, fani emelleri uğruna zayi edenlere, kelebeğin ömrü ne güzel bir örnektir. Zira kelebek, vazifesini layıkıyla yerine getirdiği için verilecek hesabı da yoktur. Belki de o yüzden yaşam da, ölüm
de en çok kelebeklere yakışır…
TEZAY TEZCAN AKKURT
 
 
4- REÇETE
Biraz eylül sarısı
ıhlamur çiçeği bir tutam
ayva kabuğu ekleyin biraz
zerre miktarı safran
içine bir de
kurumuş papatya göbeği ezin.
Kaynatın anıların her gece
bıçak yalımı alevinde;
al sana hüzün.
                              Lütfi Bilir
5-
VARSIN GÜLLER YAĞSIN
 
Tayyib Atmaca
Başıboş bulutlar takılın bana
Dağları aşalım yâre gidelim
İster turnalarla ister yan yana
İsterseniz pare pare gidelim 
Nehirlerden suyumuzu alalım
Şehirlere biraz gölge salalım
Susuz topraklarda biraz kalalım
Geceleri yara yara gidelim 
İt huylu bu nefsi zincire vurup
Her gün asumanda semaha durup
Dinlenirken hu çekerek oturup
Alevi üfleyip hara gidelim     
Can kuşumuz gözümüzde sulansın
Ruhlarımız birbirine dolansın
Dilenenler ol Kerim’den dilensin
Badeyi içmeye pire gidelim 
Her gün gözlerimiz yaş ile dolsa
Sinemiz günlerce ateşte kalsa
Bu yolun sonunda ölüm de olsa
Bahtımızın kıyı sıra gidelim 
Adımızı çiğneyerek yutsunlar
Ne ağıt yaksınlar ne yas tutsunlar
Mülkümüzü can mülküne katsınlar
Varsın güller yağsın dara gidelim 
6--
BİZE UĞRAMAZ
Dönerse dönsün dünya zaman içimizdedir.
Yerimizde sayarız yıllar bize uğramaz
Dışımızda çul vardır iman içimizdedir
Putlara secde eden kullar bize uğramaz
Aşk köprüsünden geçtik af olmaz suçumuzda
Şiirin kokusu var rengi var saçımızda
Rüyamız gülizardır bahar var içimizde
Tomurcuk gül açmayan dallar bize uğramaz
Gönülden sevenleri bağrımıza basarız
Paslansa yüreğimiz bir çengele asarız
Yalnızca hak önünde, aşk önünde susarız
Hakk sözünden bihaber diller bize uğramaz
Sevdanın fenerinde olmaz bizim isimiz
Hislerin zirvesinde bayrak olur sisimiz
Vahdetin vadisinde yankılanır sesimiz
Münkirin sazındaki teller bize uğramaz
Biz gülün peşindeyiz mevsim olsa da güzde
Yolumuzdan sapmayız yürürüz aynı izde
Muhabbet dergâhında gönül meclisimizde
Aşktan bahis açmayan fallar bize uğramaz
Âşık OBALI (Mustafa BİLİR)
 
4446
5-
7- Nafiz YILDIRIM
HANİFİ YILMAZ’IN  “AŞKA MUHATAP SENSİN” ŞİİRİNE FARKLI BİR BAKIŞ
 
Günümüzde şiir, yeniden güç kazandı dersek yanılmış olmayız herhalde. Bir dönem şiirin de şairin de pek itibarı kalmamıştı madde ağırlıklı yaşayan dünyamızda. Ama son zamanlarda yeniden, bir nebze de olsa teşbihte hata yok, maddi hazlarımızın doyuma ulaşmasıyla birçok sanat dalı gibi şiir de itibar kazanmaya başladı. Şiir aslında her dönem gücünü muhafaza etmiştir, kimi zaman yaşanan savaşlarda ve  duygu yoğunluğunun fazla olduğu anlarda şiir biraz daha öne çıkarak kendini daha güçlü hissettirmeyi bilmiştir.
Son zamanlarda şiirin önem arz etmesindeki etkenlerin başında bize göre ekonomik refah seviyesinin yükselmesi gelmektedir. Çünkü insanların yaşam kaliteleri artırdıkça sanata ve edebiyata olan ilgileri de artmaktadır.  Bu bağlamda şiirin tekrar sevilmesi güç kazanması şüphesiz bizleri sevindirmektedir. Çünkü M. Emin YURDAKULUN’ UN” Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet / Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. “İfadesine yürekten amenna diyenlerdeniz.
Aslında şairlerin her dönem sesleri yüksek çıkmıştır ve çıkıyor da… Çünkü onlar toplumun en ince, hassas ruhlu insanlarıdır ve toplumu en iyi onlar gözler ve de bu gözlemleri ruh imbiklerinden süzülüp  kelimelere dökülerek kanatlanır. K.Maraş’ımız da bu hususta bayraktar illerimizden şüphesiz ilkidir. Bu iklimde  şiir ve şair her dönem kıymet görmüş ve topluma ışık olmuştur. Biz dahi burada, bu iklimin yetiştirdiği güzel insanlardan biri olan şair Hanifi Yılmaz’ın bir şiirini incelemeyi uygun gördük. Bütün şiir tahlillerimizde söylediğimiz gibi, şüphesiz tahliller kabul görmüş, elden ele gezen değerler için yapılır, ancak tahlillerimizi sadece meşhurlar için kullanmamız haksızlık olur diye düşünmekteyiz. Bu bağlamda Hanifi Yılmaz şairimizin de bir şiirini kendisine ve sanatına olan saygımızın gereği olarak tahlile değer gördük. Umarız şairimiz de şiiri de gereken ilgiyi görür.
Şiiri şekil yönünden incelediğimizde , şiirde beyit nazım birimi ve , aa ba ca da ea.. Şeklinde kafiye dizilişi görülmektedir. Yine gazel tarzına yakışır “gülzarım, terennüm meşk, şâd, vuslat, cânan,mavera…“ gibi sözcüklerin de kullanıldığı görülmektedir. 14’lü hece vezniyle yazılıp 7+7 sağlam duraklıdır.  -sın gönül’lerle redif;  - an’ larla tam kafiye yapılmıştır. Şiir, ilk bakışta tür olarak lirik gibi görünse de didaktik bir şiirdir.
Tahlile başlarken önce şiire seçilen başlık hakkında konuşmakta fayda var; bu başlık aslında her şeyi anlatmaktadır. “AŞKA MUHATAP SENSİN” Hakikat ne kadar bilinçli seçildi bilemeyiz ama anlam derinliği olan bir başlık. Şüphesiz aşka muhatap insandır. İnsanların ne kadarı bunu idrak cihetindedir bilinmez. Ama kâinatın yaratılışının temelinde aşk vardır. Yüce Yaratıcı, Efendimize olan aşkını bir kutsi hadiste “Seni yaratmasaydım seni yaratmasıydım âlemleri yaratmazdım “ Buyurmaktadır. Yine Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri. ”Göklerin dönüşünü aşkın dalgalarından bil, aşk olmasa idi dünya donar kalırdı” buyurmaktadır. Aslında bir bakıma kâinatta aşkın dışında bir şey yoktur dersek yanılmış olmayız. Fuzuli’nin ; “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kıl ü kal imiş ancak. ”ifadeleri bir bakıma bütün hakikati gözler önüne sermektedir. Kısacası yaratılışımızda aşk vardır, içimiz aşk, dışımız aşk bilene… Onun için aşkın muhatabı da her  daim insandır. 
Ömür nasılsa geçer, aşka inansın gönül
Muhabbet lazım dosta, buna inansın gönül
 
İnsanoğlu dünyaya gelişinden ölümüne kadar olan serüveninde ne kadar şuurlu yaşıyor bilinmez, ama bu dünya denilen meyhaneye yolu düşenlerin akıbetleri hep ölümdür. Hayat bir şekilde yaşanacak ve son bulacaktır ama aşkla ama gafletle yaşanmış olsun. Nerden gelip nereye gideceğini bilen insanlar hep şuurlu ve güzel yaşamış ve iz bırakmışlardır. Âşık olan gönüllerde ve dillerde ise hep sevgilinin muhabbeti vardır. Âşık sevgiliden gayrının ne muhabbetini çeker ne de sohbetini yapar.
Terennümle gülzarım, meşk içinde şâd olur
Cânânın bir hüsnüne, bırak aldansın gönül
O sevgiliyi anınca gönlüm neşeleniyor ve isteğine erişmiş bir halde gül bahçesine dönüyor her şey. Sevgilinin olduğu her yer âşık için cennetten bir yerdir, gül bahçesidir. Sevgilinin güzelliğine, cemaline bırak da aşığın gönlü aldansın, meftun olsun. Başka ifadeyle Kâinatın sahibi cennette cemalini gösterecek ve kainatın sahibinin güzelliğini gören cennet ehli seyre doyamayacaklardır. Maddi anlamda aşık da hep sevgiliyi arzular, düşler ve onun olduğu her yer sanki gül bahçesine döner ,teşbihte hata yok.. 
                              
Muhabbet pınarları, aşk içinde çağlarken
Zemzem aşkın sırrında, içtikçe kansın gönül
 
Vuslatı kolay sanma, sabır kanlı gömlektir
Giymeyen aşk ne bilir, çöllerde yansın gönül
Buradan itibaren şiirde tasavvufi bir hava kendini yoğun bir şekilde hissettirmektedir. Sevgilinin muhabbetini yapanlar aşkın verdiği sarhoşlukla çağlayıp coşmaktadırlar. Ve onların muhabbet ederken içtikleri de zemzemdir, çünkü âşıkların aşk şarabı zemzemdir ve bunu da içmeye kanmazlar. Onun için şair, aşkın sırrı zemzemde gizlenmiştir ve bunu içenler de bu sırra yani aşkın sırrına ermiş kimselerdir demektedir. Ayrıca bu sırda da ayrılık yani hicran vardır. Sonra aşkın mayasında, kitabında kavuşmak da yoktur. Âşık hep hicran içinde perişan ve yaralıdır, hep sevgiliye kavuşma arzusu içinde olsa da bu kolay bir şey değildir. Ve aşkın en zor tarafı da sabır kuşanmaktır. Bu dizede “kanlı gömlek” tamlamasıyla Hz. Yakub’a (a.s) telmih yapılmıştır. Yakub’un (a.s) işi de Yusuf’un (a.s) Kanlı gömleğine sarılarak sabır kuşanmaktı yıllarca. Yine Eyüp (a.s)'a da atıfta bulunularak sevgiliye kavuşmak için sabrın ve acının ne kadar önemli olduğu belirtilmiştir. Sonra sabır kuşanmayı bilmeyenler, kanlı gömleği giymeyenler aşkın ne olduğunu da bilemezler. Mecnun gibi çöllerde deli divane gezmedikçe gerçek âşıklardan da olamazlar... Kısacası aşığım dersen Eyüb (a.s) gibi Yakub (a.s) gibi dahası mecnun gibi çöllerde deli divane olmak gerektir. Bunları göze almayanlar da aşığım dememelidir. Sonra “Sevdada safa umanlar sevdayı bilmeyenlerdir.” denilmiştir ki aşkta rahat ve huzur da yoktur… Kısacası sevgiliye ulaşmak kolay iş değildir…
                                         
Kapatma kalp kapısın, hicran bitecek bir gün
Aşk zahmeti fırsattır, her an dayansın gönül
“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” Ve Allah’a da ancak kalp kapısından geçilerek ulaşılabilinir. Hz. Peygamber bu hakikati şöyle ifade eder: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar” Demek ki aşık kalp kapısını kapatmayacak ki sevgiliye (Allah’a) ulaşabilsin…
Âşıklar için dünya sürgün yeridir, sevgiliden uzak düşme, ayrı kalma yeridir. Ne zaman ki ruh teslim edilir, sevgiliye o zaman ulaşılır. Mevlana’nın ölüm gecesini yani (şeb-i arus) düğün gecesi kabul ettiği gibi. Ve o güzelin âşığı olmak da zahmetli bir iştir. Pir Sultan’ın; 
            
“Güzel âşık cevrimizi 
 Çekemezsin demedim mi?
 Bu bir rıza lokmasıdır
 Yiyemezsin demedim mi”?
 
Yüreği ve diliyle herkes o kapıdan geçemez ve sevgiliye ulaşamaz. Aşk, zahmetli bir iştir, yine  aşk zahmeti de bir  fırsattır ki sevgiliye de ancak bu zahmete katlananlar ulaşabilir ve şair kendi yüreğine seslenerek bu zahmette fırsat vardır, ey gönül buna dayan demektedir.
Şu âlemde boş yere, yaratıldım sanma hiç
Aşka muhatap sensin, cansın cânânsın gönül
Kâinatın yaratılışında aşk vardır ve aşk sırrının muhatabı da insandır demiştik. Yüce Mevla “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurmaktadır. Şairimiz de İnsanın (kendisinin) boş yere yatılmadığını aşka muhatap olanın da kendisi olduğunu ifade ederek, hem seven hem de sevilenin kendisi olduğunu söylemektedir.
Yılmaz eşyayı terk et, maveraya yürürken
Hakk'ın her cilvesine, çoktan hayransın gönül
 
Şiirin belki de mana derinliğine sahip beydi burasıdır. Sanki bu iki dize bütün şiiri sırtında taşımaktadır. Şairimiz, kendisine seslenerek; Yılmaz, ötelere yürürken  eşyayı yani dünyayı terk et, dünyaya sırtını dön diyerek yüreğindeki  sevdasını ve yolunu bize göstermektedir.
Burada kesin bir ifade var ki o da şairin ötelere (sevgiliye) yürüyor olmasıdır. Kendisinin bu yolculukta da maddeyle uğraşmamasını dünyayla irtibatını kesmesini söylemektedir. Çünkü bir gönülde iki sevda barınmaz, Ötelerin yolcusu olduğunu ve hakkın divanına da ancak dünyadan ve içindekilerden vazgeçmekle ulaşabileceğini söylemektedir. Yine kendisine seslenerek; sen, Hakk’ın cilvesine, sırrına, hikmetine  çoktan hayransın, âşıksın; O’nun hakikat sırrına erenlerden, hayran olanlardansın diyerek bizlere nerelerde olduğunu göstermektedir. Sonra bu hayranlığının da yeni değil “çoktan” olduğunu yani bu sırra uzun zamandır sahip olduğunu söylemektedir. “Çoktan” ifadesi mana ve derinlik itibariyle sanki şairin bütün sırrını saklamaktadır. Ve bir binanın ana sütunu gibi bütün şiiri omuzlamıştır dersek yanılmış olmayız. Çünkü şiir kelimelerle örülmüş bir inşadır, şairimiz de seçtiği her kelimenin anlam derinliğine ve gücüne dikkat etmiştir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bu kelime (çoktan) bilinçli seçilmiş ve şairinin bütün sırını saklamaktadır. Bize göre de şiir zaten budur… 
 
AŞKA MUHATAP SENSİN
Ömür nasılsa geçer, aşka inansın gönül
Muhabbet lazım dosta, buna inansın gönül
Terennümle gülzarım, meşk içinde şâd olur
Cânânın bir hüsnüne, bırak aldansın gönül
Muhabbet pınarları, aşk içinde çağlarken
Zemzem aşkın sırrında, içtikçe kansın gönül
Vuslatı kolay sanma, sabır kanlı gömlektir 
Giymeyen aşk ne bilir, çöllerde yansın gönül
Kapatma kalp kapısın, hicran bitecek bir gün
Aşk zahmeti fırsattır, her an dayansın gönül
Şu âlemde boş yere, yaratıldım sanma hiç
Aşka muhatap sensin, cansın cânânsın gönül
Yılmaz eşyayı terk et, maveraya yürürken
Hakk'ın her cilvesine, çoktan hayransın gönül
8- Kazım Gök
 SUSUZLUK MASALI
Sevinç sudan bulaşan bir hastalıktır
Yüzler yıkanırsa
Susuzluk ne güzel bir masaldır
Kıraç bir dil anlatırsa
Şimdi hüzünle dolu
Kuru çeşmenin altındaki tekne
Tepe tepe kızgın kumlar bitiyor 
Sonra bir düzine dağ
Aramızda çöl lalesi ne arasın
Bir kaç kaktüs hepsi bu 
Gökyüzü kuşsuzluktan tenha
Derin gölleri yüzünde barındıran sevgilim
Uzat elini gelsin bir gideğen
Nilüferim içimden sıçramayı bekliyor içine
Pıhtılaşınca
Nasılda yakışacak gözlerine
Kazım GÖK
 
9-
İlhan Doğuç
 
“İçimdeki Seslerden”
Seni Anlatamıyorum
Olmuyor güzel gözlüm, olmuyor
Anlatamıyor kelimeler seni
Konu sen olunca aciz kalıyor
Türk edebiyatının en naçizane cümleleri
Tercüman olmuyor duygularıma
Oysa ben patlayacak bir volkan misâli
Aşk doluyum, sevgi doluyum
Sen kimsin? Nesin? Bilmiyorum
Hiçbiri umurumda değil
Belki sen de beni tanımıyorsun
İstasyonda gördüğün
Onlarca yüzden biriyim sadece
Ama sen benim için öyle değilsin
Çünkü ben sana programladım kendimi
Hayatım sana bağlı
Yarınlarım, huzurum, mutluluğum sana bağlı
Bundan sonra
Seni sana anlatabilmem bile sana bağlı
10-  Hacı Abdullah Kozan
MEVLÂNA
Asırlar ötesinden, seslenmiş gönüllere
Yurdumuzda yetişen, bir gülümdür Mevlâna
Peygamber sevgisini, yüklenmiş gönüllere
Tasavvuf yollarında, hür dalımdır Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
Gezmişler diyar diyar, kader çizmiş yolunu
Anadolu bağrında, sınav bekler kulunu
Son durağı Konya’dan, seven olur halını
Nakış nakış örülür, gör halımdır Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
Hasret kalmış halkımız, erenlerin bağına
Kartal gibi süzülür, can evinden dağına
Yanar yürek közünde, düşer aşkın ağına
Otağlara kurulmuş, al kilimdir Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
Şems olan aşkından, perde perde yanarken
Ab-ı hayat uğruna, bade bade denerken
Hak dostunun gönlüne, usul usul sinerken
Hakk’a doğru uzanan, hak yolumdur Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
İçmiş ab-ı hayattan, derya deniz saklıdır
Gönle akan suyumuz, sevgi pınar paklıdır
Köpürdükçe ırmaklar, iman yolu haklıdır
İçtikçe azalmayan, bal gölümdür Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
Ne olursan gel demiş, tövbe kapın burada
Siyah beyaz ayırmadan, ümit olmuş yarada
Mevlevî tarikatı, gönül sular karada
Muhammedi yolunda, her kulumdur Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
İncitmez gönülleri, güneş olur değerler
Sabır, sevgi yoğrulur, tatlı dille eğerler
Hal diliyle anlatır, aşk suyuyla yağarlar
Adın sorar tadıyla, yer dilimdir Mevlâna
Dünyamıza yön veren, bir âlimdir Mevlâna
11- Zekeriye Cakabey
İNSANLIKTAN FUKARA
Yıldırım hızında bir dağ kendimi attım kenara
Testi doldukça meğer kıymet verirlermiş adama
Göbek kendinden ilerde “Ne kadar istersin?” dedi
Ben “Yok!” der demez, salya saçtı insanlıktan fukara
     Bilirsiniz bazen en önemli telefonlar en olmaz yerde çalar ya da gelir. Yoldasın, trafik oldukça yoğun, tek başınasın ve direksiyondasın, işte o anda telefon çalıyor. Zaman saniyelerle işliyor. Arkanda seni sıkıştıran son sürat kocaman bir tır. Telefona bakma şansın yok! Sapıveriyorsun sağdaki ilk petrol istasyonuna. Farkında bile değilsin tam da yakıt pompasının önünde durduğunun. Şişman bir adam yerinden kalkarak sana doğru geliyor. Patron mu, eleman mı bilemiyorsun. Gelişine ve göbeğinin yarım metre önde oluşuna bakarsan patron ya da yaveridir diye düşünüyorsun. “Ne kadar?” diye soruyor. “Yakıt almayacağım” diyorsun. “Niye durdun o zaman? Ben senin münasebetsizliğin yüzünden yerimden kalktım geldim” diye seni tersliyor. “Kusura bakmayın” desen de umursamıyor bile.  “Bu milletin adam olmaya niyeti hiç yok! Gardaşım, nerede nasıl duracağını bileceksin!” “Durduysam kıyamet mi koptu! Esnaf dediğin hoş görülüdür, güler yüzlüdür, bugünün yarını da vardır” dedimse de adam küfreder gibi; “bana esnaflık öğretme, canın isterse!” diye atarlandı.
                                                                                   Zekeriya Çakabey
 
 
 
 
 
 
 
12-
 
ŞİİR YAZDIRAN KADINLAR
YUNUS KARA
 
Meşhur şairlerden biri bir başka şehirde bir şiir programına katılır. Okuduğu şiirlerden biri bir aşk şiiridir. Program sonrası şairin yanına bir bey ile hanım gelir. Kadın kendisini tanıtır. Ancak şair hanımı hatırlayamaz. Bunun üzerine hiddetlenen kadın: “Nasıl hatırlamazsın, az önce okuduğun aşk şiirini sana yazdıran kişi benim, o şiiri benden aldığın ilhamla yazmıştın, o şiir benim için yazılmıştı” der. Şair, hanımın yanındaki erkeği göstererek; “Beyefendi de sizin için şiirler yazıyor mu? ”diye sorar. Kadın: “Hayır” diye cevaplandırır.
Şair:
“Demek ki keramet sizde değil, bende. Eğer keramet sizde olsa beraber olduğunuz her erkek size aynı güzellikte şiirler yazardı. Nitekim artık hayatımda siz yoksunuz ve ben yine şiir yazmaya devam ediyorum.” Şairle ilham perisi arasındaki ilişki tam da yukarıya aldığım hikâye gibi olsa da bazı şairlerin ve yazarların bazı isimlerden fazlaca beslendikleri bir hakikattir.
Kaybedilen eşe yazılan kitaplar dolusu şiirler*, umutsuz bir aşkla sevilen genç sevgili için yazılanlar; ya da bir şiirin her bölümünün ilk harfine işlenen bir kadın ismi* bu hadisenin edebiyatımızdaki örneklerindendir. Yine Ahmet Hamdi’nin Huzur’u ile, Huzur’a cevaben yazıldığı iddia edilen Safiye Erol’un Ciğer Delen isimli romanı da bu anlamda güzel bir misilleme olarak görülmektedir.
Edebiyatımızın “menfi narsislerinden” Cahit Sıtkı Tarancı’nın Abbas şiirinde bahsettiği Beşiktaşlı sevgilisinin adını bulabilmek için şairin teyzezadesi Reşid İskenderoğlu’nun “Cahit Sıtkı Tarancı İle Anılar” isimli kitabını kütüphane kütüphane dolaşarak aradığımı, bulduktan sonra da şairin şiirlerini mısra mısra incelediğimi ve en sonunda sadece beş mısradan oluşan bir şiirin akrostişinde sevgilinin ismine ulaştığımı belirtmeliyim. Cahit Sıtkı aynı hanıma ayrıca “Uçtu Uçtu” isimli bir şiir daha yazmıştır ki bu şiirde sevilenin ismi dördüncü mısrada açıkça geçmektedir. Bundan dolayı da söz konusu hanımın ricası üzerine şair bu şiiri uzun yıllar kitabına almamıştır.
Ancak insan her zaman böyle şanslı olamayabiliyor. Mesela Rıza Polat Akkoyunlu’nun “Nokta Noktam” isimli şiirin kahramanı hanım –en azından benim için- hala meçhuldür. Aynı zamanda edebiyat öğretmeni olan şair, şiiri öğrencisine yazmıştır ve isminibir sır gibi saklamaktadır.
Bazı hanımlara ise birden fazla şair ilan-ı aşk etmiştir. Mesela Şüküfe Nihal bunlardandır. Erenköy’deki bir toplantıda Şüküfe Nihal’e “ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz” notunu yazan Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet’ten başka Osman Fahri* ve Faruk Nafiz de aynı hanıma aşk şiirleri yazmıştır.
Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Güzel Sanatlar Akademisi’nde tanışan Mari Gerekmezyan tam bir ilham perisidir. Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapan Mari’nin bu jestine şair, birçok portre ve şiir ile karşılık verir. Hatta hastalanan Mari’nin tedavisi için Bedri Rahmi çok sayıda resmini satar ancak sevdiğini yaşatamaz. Fakat “Karadutum” isimli şiiri ile sevdiğini yarınlara taşımayı başarır. Bestelenerek dillere pelesenk olan şiirin en can alıcı mısraları sondadır:
“Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun, haram.”
Yine yurtdışı bağlantılı diğer bir aşkın kahramanı da Atila İlhan’dır. Fransa’daki öğrencilik yıllarında tanıştığı Ermeni asıllı Maria Missakian’ı Türkiye’ye getiremez ancak yüreğini bıraktığı Fransa’ya Türkiye’den çok sayıda şiir gönderir:
“Yüksekkaldırım’da bir akşam
Maria Missakian’ı düşündüm.
Eğer kendimi bıraksam
Yağmur olabilirdik, yağardım…”
……..
Orhan Veli’nin bu durumdaki tavrı da kendine mahsustur. Şöyle der:
“Bir sevgilim vardır pek muteber,
İsmini söyleyemem.
Edebiyat tarihçisi bulsun.”
Orhan Veli’nin ismini bulmayı edebiyat tarihçisine bıraktığı hanım Nahit Fıratlı’dır.
Nahit hanıma yazdığı mektuplar daha sonra “Yalnız Seni Arıyorum” ismiyle kitaplaşır.
Ancak Nahit hanımın ilham verdiği tek ismin Orhan Veli Kanık olmadığını da belirtmeliyim.
Yahya Kemal’in Celile hanımı, Ahmet Arif’in “hasretinden prangalar eskittiği” Leyla
Erbil’i “şiir yazdıran kadınlardandır.”
Abdürrahim Karakoç hocanın “Mihriban’ı” bu kadınların en ünlülerindendir. Hem şiir olarak hem de Türkü tadındaki bestesiyle dilimizin kudretine şahitlik etmekte, “Unutursun Mihriban’ım” şiiriyle de bu aşk hikâyesinin akıbeti okuyucuya ve dinleyiciye ulaştırılmaktadır.
Özdemir Asaf’ın Mevhibe Bayat için yazdığı “Lavinia” isimli şiir, sahibesinin de önüne geçmiş, şiir ve edebiyat çevrilerinde Mevhibe Bayat’ın ismi artık Lavinia olmuştur.
Hatta giden sevgilinin ardından artık;
……..
“sana gitme demeyeceğim
ama gitme, lavinia.
adını herkesten gizleyeceğim.
sen de bilme, lavinia.” Diye seslenilmektedir.
Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreyya’ya yani tam üç şaire farklı zamanlarda ilham kaynağı olan deneme ve hikâye yazarı Tomris Uyar ise bu anlamda farklı bir kategoride değerlendirilmelidir kanısındayım. Hatta “edebiyatımız Tomris Uyar’a çok şey borçludur(!)” diye bir cümle ile yazımıza nokta konulmalıdır diye düşünüyorum.
_____________________________________________________
* Abdülhak Hamit Tarhan –Makber
*Ahmet Hamdi Tanpınar- Antalyalı Kıza Mektuplar
* Sezai Karakoç- Muazzez Akkaya- Monarosa
*Osman Fahri bu aşk uğruna İstanbul’u terk etmiş, daha sonra da intihar etmiştir.
 
 
13- KAŞMİR PALTO – GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
Sırtımdaki kaşmir paltoyu yitirdiğimde henüz on dokuz yaşındaydım. Kontrollü davranışlar sergilemediğimi, gözlerimden yuvarlanan inci taneleriyle kapıya doğru koşmaya başladığımı, hatırlıyorum. Kayıp bir şehrin caddelerinde, köpek seslerinin doldurduğu ıssız sokaklarda nereye gittiğimi bilmeden ulu orta dönüyor, amaçsız bir şekilde tüm şehri baştanbaşa arşınlıyordum.
Nefeslenmek için durduğumda siyah trenlerin bas bas bağırdığı istasyona geldiğimi fark ettim. Kafamın içindeki uğultuyla bölük pörçük düşünebiliyordum. Sonra gitmem gerektiğine karar verdim. Büyük bir telaşla ceplerimi yokladım. Sağ cebimde iki, sol cebimde beş lira vardı.  Bir yerlerde birkaç kuruş daha olmalıydı. Zihnim karıncalandı, kanım damarlarımdan çekildi, olduğum yere yığıldım. Sanki dizlerimin bağı çözülmüştü. İstasyonun tenha bir noktasında ne kadar kaldım öylece bilmiyorum.
Kendime geldiğimde titremelerim iyiden iyiye artmıştı. Tepeden tırnağa vücudumu ıslatan yağmur, içimin koridorlarında da geziniyor, tüm bedenimi titretiyor, keskin bir bıçak ise pelteleşmiş yüreğimi binlerce dilime ayırıyordu. Çaresizdim, savunmasızdım, üşüyordum. 
Yitik bir masal kokusu vardı havada. Vücudumu saran heybetli paltoyu bulamıyordum. Paltoyu sırtıma almasam da onun varlığının sıcaklığı bana fazlasıyla yetiyordu. Birden yarınki onkoloji sınavını hatırladım ama bu benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Kaktüs tarlasındaki gülü aramayacaktım artık. 
Pansiyona döndüğümde masanın üstünde duran bütün kitapları yakacak, okulun kampüsüne bir daha yaklaşmayacaktım. Kendi yarama merhem olamadıktan sonra bütün bunların hiçbir anlamı yoktu.
Nice sonra, oturduğum yerin soğukluğu kemiklerime işleyince kalkıp pervasızca yürümeye başladım. Karanlık dehlizlerde kaç saat savrulduğumu hatırlamıyorum. Dizlerimde takat kalmamıştı ki ambulans sesiyle irkildim. Bir çocuğun eprimiş çığlığını duyar duymaz hastanenin önünde olduğumu anladım. Ambulanstan sedyeye aldıkları, kırk yaşlarında ve kan revan içinde bitap düşmüş adamın artık hiçbir zaman konuşamayacağını, nefes alamayacağını, hayal kuramayacağını, çocuklarına oyuncak ve şeker alamayacağını, yorulmayacağını, sevinemeyeceğini, üzülemeyeceğini,  ağlayamayacağını, gülemeyeceğini, yaşama dair hiçbir plan kuramayacağını anlayabiliyordum. Dinlenecekti. Sonsuza kadar dinlenecekti çünkü.
Hastane duvarının dibinde her şeyin farkında olan birkaç kişi ağlıyordu ama bir çocuk vardı ki içli hıçkırıkları başkaydı, bambaşkaydı. Usulca yanına yaklaştım. Sevecen tavırlarla neden ağladığını sorabilirdim, soramadım. On bir on iki yaşlarında, sarı bukleli, soluk benizli bir kız çocuğuydu bu.  Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleri, umarsızca açılıp kapanıyordu. Yaralı bir serçe gibi ürkek ve hüzünlüydü. Belli ki o çocuk da tıpkı benim gibi paltosunu kaybetmişti. Bütün kâinatı kucaklar gibi sarıldım küçük bedenine. Alevli bir sahradan buz tutmuş nehirlere akıyordum. 
Neden sonra otuz yaşlarında bir kadın telaşla yaklaştı bize ve çocuğun elinden sıkıca tutup onunla birlikte, sedyeyi taşıyan hastane personeline yetiştiler; bir süre sonra da gözden kayboldular. Annesi miydi, teyzesi miydi, tahmin edemedim. Sanki bütün gökyüzü yalnızlığın ayazını üflüyor ve fısıltılarla geceyi karanlığa sürüklüyordu. 
Kızıl gece, zifiri karanlığı koynunda devşirirken kül rengi bulutlar ansızın dağıldı. Cebimde sakladığım babamın kemik saplı, eski çakısına dokundum. İçimin gökyüzünde yeni doğmuş bir ay gülümsedi. Babamın şehla gözleri geçti gözlerimden. Artık üşümüyordum. Bir ferahlık, aydınlık, serinlik, sıcaklık cenderesine girmiştim sanki. 
Olduğum yerde doğruldum. Kaybedecek tek bir saniyem bile yoktu.  Odama dönüp onkoloji sınavına çalışmalıydım. Üşüyordum ama benim gibi üşüyenlerin üşümesine engel olabilirdim. 
Babamlı ve annemli evin bahçesinde anılarla dolu bir çınar ağacı yükseldi. Annemin pencere pervazlarına bıraktığı birkaç buğday tanesine doğru uçuştu kuşlar.  Söz verdim kendime ve sarı bukleli çocuğa, doktor olmalıydım. 
Bir çocuğun daha paltosunu kaybetmesine tahammülüm yoktu…
  
 
Gülçin Yağmur Akbulut
GÜLEYYA
 
Sevgili Güleyya
Deliksiz uykulara gözü düşen 
göynük  satırlarıma 
başlamadan önce selam eder 
ķömürden kara / mı desem /
çolpandan başat / mı?
sancımın coğrafyası
gözlerinden öperim. 
Sevda'nın  yaraları 
sağalmaktan uzak / Lokman 
"Evinize götürün artık sızı'yı" dedi.
Ne kadar görür bundan sonra 
dünyayı bilinmez
Allah'tan ümit kesilmezmiş
Esmer Hasret'in gözü yollarda 
"Şeb-i Arus ne zaman?" der durur.
Buralar bildiğin gibi 
çekik gözlü bir zaman
an an gidip geliyor 
grileşti bulutlar 
Sorma dalgalı mavi çarşafı
çakıl taşlarıyla başı belada 
iskeleyle arası hiç iyi değil
Güneş ve ay barıştılar 
Karanlık ve aydınlık eşit bu sıralar
Birkaç ay sonra küserlerse
Hiç şaşmam 
Eminim ki adaletsizlikten olur bu
Bilirsin sevgili Güleyya! 
Nefret ederim tellal koğuculuğundan
Benden duymuş olma ama 
Sevda Dumanı'nı konuşurken görmüşler
gök kubbenin dantelleriyle
Papatyalı'da ne var ne yok
Sen de havadis yaz ikliminden
Bu ilkyaz görüşelim olur mu?
Benli kalbini öpüyorum
Yürek Sızı'n