San'at (sınâ'at, çoğulu sanâyi ) kelimesi, Arapça "sana'a" fiilinden türemiştir. Sözlükte "mümârese ile yapılan iş, ustalık, bir maddeye zihinde tasavvur edilen şekil ve sûreti vermek, bir şeyi güzel ve hünerle yapmak" mânâlarına gelir. Umûmî mânâda, düşünülen bir şeyi vücûda getirmek için bilginin tatbîkine san'at denir. (Celâl Esad, San'at Kâmûsu, s. 33). Daha dar mânâda ise, güzel san'atlar, yâni zekâ, tecrübe, ilim, hüner ve aşk mahsûlü güzel iş ve güzel eserler hakkında kullanılır. Ekseriyâ san'at denince de bu sâhâ kasdolunur. San'at icrâ eden kimseye san'atkâr, usta veya mâhir adı verilir. Seyyid Şerif Cürcânî san'atı : "Rûha ait öyle bir melekedir ki, güzel hareketler, ve eserler ondan zorlanmadan, tabiî olarak zuhûra gelir. Amelin keyfiyeti ile alâkalı bir ilimdir" diye tarif eder. San'at bir melekedir, yani taklit ve tekrarlar netîcesi kazanılan, rûha ait bir mahâret ve hünerdir. İşte san'at, bu hüner ve kudretin mahsulüdür. Bir başka ifâdeyle mârifetin amele tatbîkidir. Bu mârifet ruhtan tabiî olarak zorlanmadan fiil hâlinde gelir ; dinleyende ve görende hayranlık ve zevk uyandırır.
San'at, iç dünyâmızı ses, renk, çizgi ve şekil âhengi içinde madde plânına aksettiren, bizde hayranlık uyandıran eser ve hareketlerdir. Dînin, îman ve vecd gibi ulvî heyecanları, ahlâkî değerler, millî zevkler, beşerî ihtiras ve duygular, kat kat ruh dünyâmızı meydana getirir. San'at, işte bu zengin iç dünyâmızın aşk ve îman aydınlığında idrâkidir ki, derûnî bir hakîkati yaşatır ve öğretir. Dînî, millî ve beşerî bütün duygu ve fikirler, güzellikler san'atın mevzûuna girer. San'atkâr, içtimâî kıymetleri, dertleri, zevkleri, sevinci, nefsinde şiddetle yaşayan, şuûrunda yaşatan, duyan kimsedir ki fertler kendilerini san'atkârda bulurlar. İlim adamlarının tetkik ve araştırmaları gibi, san'atkârın bir eser vücûda getirmek konusundaki cehdi, gayreti de bir usul dâiresinde yapılan şuurlu bir faâliyettir. Şekil, renk ve sesle ifâde edilmek istenen rûhun ızdırapları, sürûru ve güzellikleridir. San'at ruh güzelliğinin madde plânında parlaması olduğuna göre, aslında san'at eserlerine hayranlığımız, şekle sokulan rûha ve fikredir.
San'at bir lisandır. Kökleri mâzide olan kahramanlıkların, örf, âdet , inanç, müşterek duygu ve düşüncelerin lisânıdır. San'at beynelmilel değer taşımakla berâber, bir san'at eserinden, daha çok aynı kültür ve aynı dîne mensup insanlar zevk alır. Bir müslümanın güzel sesli bir hâfızı dinlerken veyâ mehâbetli bir mâbed karşısında duyduğu mânevi sükûtu, bir başka îmâna sâhip kimsenin aynı derecede hissetmesi mümkün değildir. Çünkü san'at eserleri, içinde bulundukları kültür ve inanç çevrelerini tatmin edecek şekilde vücut bulur. Bu sebepledir ki, dünyâ medeniyeti târihinde, zaman ve mekâna göre, çeşitli usûl ve malzemeyle şekillenen pek çok dînî ve millî san'at vardır. Bu san'atlar târihî seyr içinde birbirlerine tesir etmekle berâber, her milletin kendi rûhunda içtimâî ve dînî zarûretlerine bağlı yeni bir şekil aldığı için, o milletin öz san'atı olmuştur.
Dünyâ tarihinde, milletlerin medenî seviyeleri, bıraktıkları san'at eserleriyle ölçülür. Çünkü bir devrin bütün maddî ve mânevî kültür değerleri en saf bir şekilde san'at eserlerinde bulunur. Ancak millî vasfı olan san'at eserlerinin tesîri bütün medenî dünyâyı sarar ve uluslararası bir değer kazanır.
Milletlerin hayâtı, kökleri mâzide olan san'atlarının canlı tutulması ve öğretilmesine bağlıdır. Bu sâyede millî varlıklarını devam ettirirler veyâ aksi halde târih sahnesinden silinirler.