Sina Çölü kelimenin tam mânâsı ile belâdır. Yer sarıdır, gök sarı. Güneş tepsi kadar iri, hava toz yüklüdür. Kum dağları biteviye yer değiştirir ve klavuzlar dönektir. Sonra çölün tek vahası yoktur. Molalar ayrı derttir. Sıcak kum vücudu kuşatır ama, kumun az altı yılan, çiyan kaynar. Kunduralardan akrepler çıkar. Kaypak zemin yorucudur. Dahası toplar, çadırlar, hasırlar Yerinden kıpırdamayan ağırlıklar. İşte askerin tâkâtını zorladığı anlardan birinde Yavuz Selim atından atlar, yürümeye başlar. Eh sultanın yürüdüğü yerde, hayvanına binmek kimin haddine? Bu işe mana veremeyen vezirler önceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Yavuz'a tek kelime söyleyemezler ama, güçleri Hasan Can'a yeter. Fırsatını bulup çevirirler. 'Yetti gayri!' derler, 'Astırırsanız astırın, kestirirseniz kestirin! Ama itirazımız var!' -Neye? -Askeri yürütmenize! Hasan Can mânâlı mânâlı güler. Önce boynu bükük, gözleri yarı kapalı yürüyen sultanı gösterir, sonra vezirlerin kulağına eğilir 'Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yaya olarak yol gösteriyor' der, 'eğer yakışır diyorsanız, binelim atlarımıza' İnanın imdad-ı İlahi ortadadır. Nitekim hiç olmadık şeyler olur. Orduya kara kara bulutlar gölge yapar, sahraya görülmedik yağmurlar yağar. Bu çölü 13 günde geçen ikinci bir ordu yoktur. Anlaşılan o ki, halifelik İslam'ın zinde gücüne bahş olmaktadır. Türk'e!
CEZA MI, CAİZE Mİ? Bir gün Yavuz, Hasan Can'a 'Biliyor musun?' der, 'Bu gece Muhammed Bedahşi Hazretlerini gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, yolculuğa hazırlanıyordu.' Hasan Can gayri ihtiyari 'Ahiret yolculuğu olsa gerek' der. Yavuz'un bu cevaba canı sıkılır. 'Sen bilmez misin?' der, 'Rüyalar tabire bağlıdır. Eğer Şeyh'e bir hal olursa gözüme gözükme!' Çok geçmez. Muhammed Bedahşi hazretlerinin vefat haberi gelir. Sultan Halimi Çelebi'ye döner: 'Şimdi ben bu Hasan'ı cezalandırmaz mıyım?' der. Halimi Çelebi 'A be çocuk niye ağzını tutmazsın' gibilerden teessürle bakar. Lâkin Hasan Can hâl ehlidir, rahattır. 'Araştıralım efendim' der, 'Eğer benim tabirimden sonra vefat ettiyse, cezaya hazırım, ama önce vefat ettiyse sultanımız bu fakire bir caize (hediye) verse gerek' Araştırırlar. Hasan Can haklı çıkar. Sultan çıkarır kaftanını, ona bağışlar. Dahası keseler dolusu altın verir. Hasan Can kaftanı sırtına alır, ama altınları fakir fukaraya dağıtır. Sevabını bağışlar Bedahşi Hazretlerinin nurlu ruhuna.
AKIBET HAYR Biliyorsunuz hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz, genç yaşında küçücük bir çıbana boyun eğer. Son nefesini verirken Hasan Can yanındadır. Yavuz sorar: -Hasan bu ne hal? -Şimdi Allah ile olacak zamandır sultanım. -Ah be Hasan. Sen bunca zamandır, bizi kimle bilirdin? Yavuz'un konuşmaya mecâli yoktur. Mushaf-ı şerifi işaret eder. Hasan Can o berrak sesiyle Yasin-i Şerif'e başlar. Yine volkanlar coşar, sular akar. Sultanın yüzünde huzurun izleri hâlelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır. Koca sultan ayan beyan güler, belki de ilk kez böyle güler... 'Nasıl bre?' Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar'a geçerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır. 'Hasan Can kahvaltı yaptın mı?' Hasan Can cevap verir 'Beli (evet) sultanım!' -Yumurta seversin değil mi? -Beli sultanım! Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul'a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu'nadır. Sultan ansızın Hasan Can'a döner 'Nasıl bre?' Cevap ışık hızıyla gelir: 'Rafadan sultanım!' Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... 'Hemhâl olmak' denilen şey bu olsa gerek. Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Türbe haziresinde medfûndur.