Su, hayat veren bir nimet olarak son derece kıymetlidir, azizdir. Ama su aynı zamanda tevazunun sembolüdür. Yeryüzünde hayatın idamesini sağlayan unsurlardan biri olduğu halde yüzünü yerden kaldırmaz.
Eskiden, ikram edilen suyu içtikten sonra, su veren kişiye teşekkür makamında “Su gibi aziz olasın!” diye niyazda bulunurdu büyükler. Son zamanlarda bu güzel duayı unutmuş gibiyiz. Unutma sebebimiz, artık ikram ve hizmeti angarya sayan yahut olur olmaz yerde ellerindeki pet şişelerden kendi suyunu kendisi içen yeni yetmeler değil. “İzzet”e yabancılaştık.
İzzet Nedir?
Aziz olmak, izzet sahibi olmaktır; izzet ise haysiyet demektir. “Haysiyet”, aslında kişinin bir yere yahut bir varlığa mensubiyetiyle kazandığı değer, şeref, itibar, güç ve üstünlük manasına gelir. Bütün bunlar insana bir yenilmezlik, hakimiyet veya hürmete layık olma mevkii kazandırır ki “izzet”i ekseri bu tezahürleriyle tarif ederler.
Böyle tarif edilse de izzet, yenilmezliği yahut hakimiyeti sağlayan güç ve itibarın sonucu değil, sebebidir. İnsan maddi güç ve hükmetme makamı elde etmekle kendini aziz kılamaz. Esas olan haysiyet, yani daha başlangıçta kendini neye nispet ediyorsa o çerçevede varlığına yüklediği mana ve değerdir.
Hakikatte olmayan, geçici ve fani varlıklara bağlanarak, bu bağlılığa üstün bir değer atfetmekle ulaşılan şey haysiyet değil, vehmiyyattır, kuruntudur. İnsan ancak mutlak manada “aziz” ve “var” olan Allah’a iman ederse, kendisini Allah’ın kulu, yeryüzündeki halifesi ve mahlukatın en şereflisi görmek gibi bir haysiyete nail olabilecektir.
Bu sebeptendir ki izzet veya haysiyet Allah’ın müminlere ikramıdır. Cenab-ı Hak “Muizz” ism-i şerifi ile razı olduğu kullarına izzet bahşeder. Nasıl ki bir ülkenin insanları, o ülkenin tek hakimi olan padişaha yakınlığı, onun sevgisi, dostluğu, itimadı nispetinde şeref, itibar ve güç kazanırsa, müminler de Allah’a yakınlıkları nispetinde izzet kazanırlar. Zirveye ne kadar yakınsanız o ölçüde “yüksek”tesiniz demektir. Onun için Allah’ın en aziz kulları peygamberler, veliler ve zikirle, salih amelle O’nun rızasına talip olan samimi müminlerdir.
Demek ki “aziz olasın” duası, önce Allah katında yüksek bir dereceye nailiyet temennisidir.
Ashab: Azîzân-ı Kirâm
İzzet ve haysiyet bir bakıma kâmil imandır. Çünkü insan ancak böyle bir imanla Allah’tan başka hiçbir ilâhın önünde eğilmez, dünyaya kapılmaz, hevasının peşinden sürüklenmez, fani şeylere karşı zaaf göstermez. Bilir ki yeryüzü kendisinin emrine amade kılınmıştır. Bu yüzden dünyanın ve dünyalığın kendisini yönlendirmesine izin vermez. Hem kendi zatına hem bütün ademoğluna hoşça bakar, zira “zübde-i âlem” olduğunun farkındadır.
Mümin, kendini bilmenin ve kendinde olmanın yüceliğini tadan, dünyaya tenezzülle bu mevkiine halel getirmeyen insandır. Hakikatini bilmenin rahatlığı, onu cesur ve müstağni yapmıştır. Gücü ve yenilmezliği buradadır. Öldürülebilir, fakat mağlup edilemez. Böyle bir korkusuzluk ve istiğna, gönül rahatlığının, huzurun, sekinetin de kaynağıdır. Korkak ve muhteris insanlar ne kadar büyük bir güce, ne kadar yüksek bir makama sahip olurlarsa olsunlar, endişeden, vesveseden, huzursuzluktan uzak değildir.
Sahabe-i Kiram Efendilerimiz, yaşadıkları onca sıkıntıya rağmen, imanlarından emin olmanın huzur, rahatlık ve sekinetiyle, dünyanın gelmiş geçmiş en aziz insanlarıdır. Onların dönemi bu sebeple Asr-ı Saadet, yani en mutlu olunan çağdır.
Öyleyse “izzet duası” ikinci olarak, muhatap için hem Sahabe’nin yaşadığı hakiki bir dünya saadetini niyazdır, hem de mutluluğun nasıl kazanılacağına dair bir bilgi telkinidir. Nefs, sonu gelmez istek ve ihtiyaçları peşinde sürükleyerek, bunları temin uğruna alçaltarak insanı zelil eder. Katlanılan zillete rağmen ulaşılan imkan ve konfor ise asla mutluluk getirmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, nefsin gözü doymaz, hırsı sükûn bulmaz çünkü.
İzzet ve Kibir
Kur’an-ı Kerim’de müşrik ve münafıkların kibir yahut gururları ile, bu duygulardan kaynaklanan inatları da bazen “izzet” kelimesiyle karşılanır. Ulema böyle ayetlerdeki (mesela Bakara, 206; Sa’d, 2;
Münafikûn, 8 ) “izzet”i ya doğrudan doğruya “kibir” olarak tefsir etmiş, ya da izzeti müspet ve menfi diye ikiye ayırarak, bunları menfi (olumsuz) izzet saymıştır.
Bu elbette vehmedilen bir izzettir, tekebbürdür. Halbuki yukarda izaha çalıştığımız gibi asıl izzet, insanın kendi hakikatini bilmesi ve onu yüce tutmasıdır. Kibir ise insanın kendini bilmemesi, fani yanını “var” zannedip ona mevkiinin çok üstünde bir değer ve önem vermesidir.
Bu iki tutum, aralarındaki zıtlığa rağmen bazı ayetlerde “izzet” şeklinde adlandırılmışsa, bunda bir hikmet olmalıdır. Allahu a’lem, izzet ile kibrin, zıtlığına rağmen birbirine çok yakın iki kavram olduğuna, bunların kolaylıkla birbirine karıştırılabileceğine böylece dikkat çekilmiştir.
İnsan; makamı, malı mülkü, parası, gücü kuvveti, zekâsı, ilmi, şöhreti hatta taati ile kullar nezdinde büyük bir itibara sahip olabilir, toplum tarafından el üstünde tutulabilir. Bu itibarın onu ucb ve tekebbüre düşürme tehlikesi her zaman vardır. Burnu havada dolaşması, seçiciliği, elindeki imkanlarla yüksek bir standardı sürdürmesi, kimseleri beğenmemesi, çevresindeki insanların etrafında pervane olup bir dediğini iki etmemesi… hem kendisinde hem toplumda onun izzetli bir insan olduğu kanaatini doğurabilir. İşte bu, öyle görünse bile izzet değildir. Peki, izzet zannettiğimiz duygunun kibir olup olmadığını nasıl anlayacağız?
Aziz Olan Mütevazi Olur
İzzetin karşıtı zillet, kibrin karşıtı tevazudur. Nitekim izzet ile kibir gibi, tevazu ile zillet arasında da ince bir fark vardır. Kibir, ne kadar “izzet” gibi görünürse görünsün, sahibini zilletten kurtarmaz. Tevazu da izzete mani olmadığı gibi hakiki izzetin belki de en önemli nişanesidir.
İşte “su gibi aziz olasın” duası, son olarak bu sahte izzetten sakındırma temennisini yansıtır. Su, hayat veren bir nimet olarak son derece kıymetlidir, azizdir. Ama su aynı zamanda tevazunun sembolüdür. Yeryüzünde hayatın idamesini sağlayan unsurlardan biri olduğu halde yüzünü yerden kaldırmaz. Adeta Yaradan karşısında sürekli secde halindedir.
Öyleyse izzet, kendi nefsimizi başkalarından üstün görme temayülünün ifadesi olmamalıdır. Dünya varlığıyla diğer insanların fevkine çıkmamız bizi aziz kılmaz. Esasen dünyada kalan, dünyaya mahkum olan hiç kimse aziz değildir.
İzzet, İslâm imanından, bu inancın bağlandığımız ve temsil ettiğimiz yüce değerlerinden gelen bir güç ve şereftir. İman ve ibadeti, namazda olduğu gibi mümini dünyanın üstüne çıkarır, yüceltir; ona yetmiş iki millete bir göz ile bakma imkanı kazandırır. Tevazu bu nazarın icabıdır.
Mümin bu sebeple bağışlayıcıdır. Ve elbette Ebu Hüreyre r.a.’ten gelen bir hadiste haber verildiği gibi “Allah, affedici kulunun izzetini artırır; Allah için mütevazi olan kimseyi yüceltir.”
Kısaca, müslüman bu dünyada hakiki manada ancak su gibi aziz olabilir; başka türlü değil.
Kalın Sağlıcakla…