İçinden geçtiğimiz yıl, çağdaş Türk düşüncesinin en önemli simalarından birisi sayılan büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp (1876-1924)’ın vefatının 100. Yılı olması münasebetle “ZİYA GÖKALP YILI” ilân edilmişti. Gökalp her şeyden önce, “Sosyoloji”nin Türkiye’ye getirilmesi ve bir bilim dalı olarak İstanbul Üniversitesi (Dârülfünûn)’nde ilk defa okutulmasını da kendisine borçlu olduğumuz bir bilim adamıdır. Onun Türk milliyetçiliğinin sistemleştiricisi, milliyetçiliğin ideoloğu gibi sıfatlarının da olduğunu okuyup yazan hemen herkes bilir. Bu sıfatları dolayısıyla da ona en çok milliyetçi çevreler sahip çıkmıştır. Başata kendisinin de vaktiyle içinde bulunduğu Türk Ocakları ve üniversiteler olmak üzere birçok kurum ve kuruluş hakkında makale yarışmaları, konferanslar, açık oturumlar ( paneller), bilgi şölenleri (sempozyumlar) vb. etkinlikler düzenlediler. Dergiler, özel sayılar çıkardılar. Bunlardan maksat şüphesiz, onun yüz yıl sonra hatırlatılmasından da öte yeniden okunması ve anlaşılmasının sağlanmasıdır. Çünkü Gökalp, sadece bir bilim adamı olarak eğil, İttihat Terakki döneminde başlayıp Cumhuriyet ile devam eden birçok arayış ve değişimin manevî mimarlarında birisi kabul edilir. Hatta Gazi Mustafa Kemal’in “vücudumun babası Ali Rıza, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tır” dediği nakledilir. Onun fikirlerinin tam olarak ne kadar anlaşıldığı ve ne kadarının uygulandığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, hatırı sayılır bir düşünürümüz ve aynı zamanda “sosyal bilim kökenli filozof” olduğunu söylemekte hiç beis yok. Ve onun kadar çağdaş Türk düşüncesi ve Türk sosyal bilim hayatını etkileyen de yoktur, diyebiliriz. Çünkü Fuat Köprülü ve ardından gelen tarih okulu onun metodolojisinden yol aldığı gibi “Mümtaz Turhan-Erol Güngör-Yılmaz Özakpınar Okulu” diyebileceğimiz sosyal bilim ve düşünce hareketi de onun açtığı çığırdan, yer yer onu eleştirerek, yer yer de tamamlayarak yürümüştür. Ama bütün bunlar, fikir ve akademi dünyamızda – en azından “Gökalp Yılı”nda olsun – yeterince ele alındı mı, emin değiliz.
Kahramanmaraş Türk Ocağı da Gökalp’ı, hakkında bir konferans düzenleyerek andı ve bunun için Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Tarihi’nin kıdemli hocalarından Prof. Dr. Seyfettin Erşahin’i geçtiğimiz hafta ilimize dâvet etti. Erşahin’in bu konuya ilişkin özelliği, Türk Ocakları’nın yayın organı olan Türk Yurdu dergisinin Ekimde yayımlanan özel sayısında mükemmel ve ayrıntılı bir makalesinin bulunmasıydı. Başlığı şöyle: “Ziya Gökalp’ın ‘Ananevî-İslâmî’ Türk Devletini ‘Asrî-İslâmî’ye Dönüştürme Girişimi”. Yani geleneksel nitelikteki Türk devletini, İslâmî özelliğini kaybettirmeden çağdaşlaştırma çabası. Tek kelimeyle “Gökalp’ta Devlet-Din İlişkisi”. Hârika bir konu ve tam 26 dergi sayfalık hacimli bir makale. Makalenin sırf değerlendirme ve sonuç kısmı 6,5 sayfa. Biz de şahsen Gökalp’la bir felsefeci olarak bir nebze ilgilenmiştik. Onun özellikle toplumsal ahlâk anlayışıyla kültür-medeniyet sosyolojisine dair görüşlerine - bir Nurettin Topçu talebesi olarak ve onun açısından - eleştirel plânda yaklaşmıştık. (Bu konuda uzunca bir makale de yayımlamıştık: “Bir Medeniyet Teorisi Işığında Nurettin Topçu’da Kültür, Medeniyet ve Batılılaşma Meselesi.” Bu makalenin birinci alt başlığı: “Ziya Gökalp ile Yılmaz Özakpınar’da Kültür ve Medeniyet”. Bkz. Kalem Uluslararası Eğitim ve İnsan Bilimleri Dergisi, N. Topçu Özel Sayısı, Aralık 2015.) Ama Gökalp’ın devlet-din ilişkisi ve laiklik konusuna dair görüşleri pek işlenmemiştir ve o yüzden fazla bilinmez. Hele de İslâmî özelliği korunarak devletin çağdaşlaştırılması çok özel bir konuydu. Ayrıntısıyla merak edenler Erşahin Hocanın bahsettiğimiz makalesine başvuracaklar ya da konferansını izlemek isteyenler Şubenin Youtube kanalına bakacaklar.
Biz şimdi Seyfettin Erşahin Hocadan rica ettiğimiz konferans özetini ilgilenecek olanlara aşağıda sunarak, onların konuya ilişkin merakını gidermek yerine aslında biraz daha arttırmak istiyoruz.
Bu vesileyle Erşahin Hocamıza tekrar teşekkür ediyoruz.
Buyurun efendim:
“Ziya Gökalp’te Devlet-Din İlişkileri Üzerine” - Prof. Dr. Seyfettin Erşahin
Giriş
Kadim kavimlerden olan Türklerin köklü devlet geleneği, tarih boyunca farklı kültürler ve medeniyetlerle etkileşimler sonucu zenginleşmiştir. İslam medeniyetiyle etkileşim bunların en önemlilerindendir. 8. Yüzyılda bireysel 10. Yüzyılda kitlesel ve devlet düzeyde başlayan bu süreç, sadece İslam dinini kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda İslam medeniyetiyle bütünleşmeyi getirmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde, özellikle Osmanlı Türklerinin, “asrî/muasır medeniyet” olarak da adlandırılan Avrupa medeniyetine katılma çabası, devlet yapısının yeniden gözden geçirme gereğini doğurmuştur. Konuya dair hayati sorular şunlardı: Acaba, İslamiyet mi aşrileştirilecektir, asrilik mi İslami çerçevede yorumlanacaktır? Muasır medeniyet veya Avrupa medeniyetinin İslâm’ı ya da Müslüman bir toplumu kabul etme kapasitesi ile Müslümanların bu medeniyete girmeleri durumunda kayıpları ve kazanacakları ne olacaktır? Sonu kimlik kaybı ve asimilasyonla mı sonuçlanacaktır veya Müslümanlar ve insanlık için yeni bir sentez mi çıkacaktır? Türk kültürü ne kadar asrîdir veya asrileştirilebilir, İslamiyet ne kadar asrîdir veya asrileştirilebilir, Avrupaî asrîlik bu unsurlarla nasıl ve ne kadar yol gidebilir? Ziya Gökalp (1876-1924), bu zorlu sürecin en önemli düşünürlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. O devletin dönüştürülmesinden yana bir tavır ortaya koymuştur.
Türklerde “il” terimi ile karşılanan devlet kavramı ve kurumu İskitlerle başlayıp günümüze kadar aşamalar katetmiştir. Bu aşamalar Türk töresi, İslam medeniyeti ve Batı medeniyeti dönemlerini ifade etmektedir. Türkiye’de din ve devlet ilişkileri de tarihî seyir içinde üç şekil ve döneme ayrılır: 1. Dine Bağlı Devlet Dönemi: 1299-1839: Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu - Tanzimat’ın ilanı, 2. Yarı Dinî Devlet Dönemi (1839-1923): Tanzimat - Cumhuriyet arası, 3. Devlette Bağlı Din dönemi 1923-&: Cumhuriyet ile başlamıştır.
Asrîleşme İhtiyacı
Gökalp’in ihtiyacı ve amacı, batmakta olan devleti ve ülkeyi kurtarmaktır. Bunun da asrileşme (muasırlaşma / çağdaşlaşma) ile gerçekleşeceğine inanmaktadır. Asrileşmenin en önemli unsurlarından biri asri toplumu/milleti, diğeri asrî devleti (état moderne) inşa etmektir.
Gökalp’in kanaatince kurtuluş, İslamiyet’ten vaz geçmeden devlet kurumundan başlayarak asrileşmektir. Devlette asrileşme sağlandığından diğer alanlar kendiliğinden gelecektir. Hassas nokta “asrî devlet” ve “asrî İslamî devlet” diye terimleştirdiği yapının niteliğidir. Bu adımlarda da İslamiyet’in ve Türklerin asrileşme imkânı önem taşımaktaydı. Gökalp, ne Türklükten, ne İslamlıktan, ne de Asrilikten vazgeçmek niyetindedir. Bunların üçünü telif ve terkip edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Atılacak adım bu üç unsurun hatlarını/sınırlarını belirlemek başka bir ifade ile hadlerini bildirmektir. Bu Ötüken’den bakıldığında Türk devlet geleneğinde, Mekke’den bakıldığında İslâmî devlet geleneğinde bir dönüşüm ve gelişimdir. Ya da bu iki geleneği Karahanlı Türk hanedanı ile birleştiren Türk-İslam geleneğinde yeni bir safhadır.
Asrîleşme İmkânı
Asrî/Millî devlet bir millete dayanmak durumundadır; bu millet Türklerdir, Türkleri önceleyen duruş da Türkçülüktür. Gökalp Türkçülüğü kendince yorumlar. Ona göre Türkçülük kavim, ümmet veya halk Türkçülüğü olmayıp harsî/kültürel Türkçülüktür.
Gökalp, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e yarım yüzyıllık bir dönüşüm sürecinin insanı olarak asrîleşmeyi önce Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak şeklinde formüle etmiş, Osmanlı Devleti yıkılıp milli Türk devleti kurulunca da daha seküler nitelikte Türkçülüğün Esasları’nı yazmıştır. Gökalp’in “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Garb medeniyetindenim” söylemi Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali Bey tarafından 1907’de “Türklük, Müslümanlık ve Avrupalılık” şeklinde ifade edilmişti. Bu üçlemede Gökalp’a göre “Türkleşme”nin gayesi de “asrî İslamî Türkçülük”tür. Türkçülüğü İslamcılığın bir mütemmimi veya unsuru olarak görür. Harfte/alfabede, ilmi-fikri terimlerde, maarifte, meşihat/diyanet teşkilatında ve hilafette Müslümanları birliğe çağırmış Ümmetin sembolü olan “Hilal”in kutsiyetinin korunmasını savunmuştur. Gökalp’ın “İslamlaşma” kavramı ümmet bağlamında siyasi-kültürel ilişkiler, inanç bağlamında bir “tasavvufî-ahlakî İslam” anlayışını içerir. Bu anlayış içtimai tesanüd/teavün ve tevhidin temelini oluşturacaktı. Dinin toplumsal vazifelerine dair makalelerinde, dinin toplumsal fonksiyonlarının gelişmiş toplumlarda da devam etmesine inanmıştı. Ancak, bunun itikat, ibadet ve ahlak ile sınırlı olmasını, siyaset, idare, hukuk, iktisat, sanat, dil ve fen gibi alanlardan çekilmesini öneriyordu.
Gökalp, “din-i İslam ile medeniyet-i asriye arasında itilaf olup olamayacağı” tartışmalarında itilafın/uyumun mümkün olduğuna inanmış ve 1916’da İttihat ve Terakki Kongresi’nde alınan “İslamiyet’le medeniyet-i asriyenin kabil-i telif olduğuna” dair kararı, Türk tarihinin önemli bir dönüm noktası olarak görmüştür. Diğer bir zümrenin “İslamiyet hiçbir zaman medeniyet-i asriye ile itilaf ve imtizac edemez” düşüncesinde olduklarını belirtmiştir. Bu iki zümreyi “Avrupa mutaassıpları” ve “Medrese mutaassıpları” olarak tanımlamıştır.
Gökalp, Avrupa’nın terakki edip asrileşmesinin tekâmül süreciyle gerçekleştiğini düşünür. Osmanlı kurumlarının da asrileşmesi gerektiğini savunur. Avrupa asri devletleri, yasama ve yargı erklerinde dini, "lâ-dinîlik/laiklik" ve "lâ-mukaddes/profane" ilkesi çerçevesinde devletin lehine sınırlamıştır. Osmanlı’nın da Avrupa benzeri bir reform yapması gereklidir. Nitekim o, İttihat ve Terakki iktidarında 1916’da devleti asrileştirme çerçevesinde Şeyhulislamlık / Meşihat kurumunu Diyanet İşleri Nezareti adı altında yeniden fikren ve fiilen dönüştürmüştü. Değindiğimiz gibi bu dönüşümde Meşihat’ın uhdesindeki şeriatı diyanet ve kaza olarak ikiye ayırmıştı. Diyanet kavramı altına itikat, ibadet ve ahlakı yerleştirip Diyanet İşleri Nezâreti’ne vermiş, kazayı da Adliye Nezâreti’ne bağlamıştı. Diyanet fetva ve vaaz yoluyla hizmetlerini yürütecekti. Bu uygulamaya Mütareke zamanında son verilmişse de Cumhuriyet’in ilk adımlarından biri olarak Diyanet İşleri Başkanlığı şeklinde tekrar hayata geçirilmiştir. Bu manada Gökalp Cumhuriyet döneminde çoğu alanda olduğu gibi devlet-din ilişkilerinin mimarıdır denebilir.
Hülasa, Gökalp’in hedefi asrî bir devletti. Başlangıçta “ananevi İslamî devleti” bir “asrî İslamî devlet”e dönüştürmek için çıktığı yolculuğunu “asrî laik devlet”te tamamladı. Bu karar İslam medeniyeti ve Türk tarihinde önemli olduğu gibi Avrupa/Batı medeniyeti açısından da dikkate değerdir. Bir yüzyıldır İslam medeniyeti laik bir devlet yapısını kendi havzasında kabullenme hazmetme yeteneğini, Avrupa medeniyeti de kendi kodlarından çıkan bir devlet modelinin başka bir medeniyetteki başarısını sınamaktadır. Bir yönden bakıldığında iki benzemezin birliktelik deneyimi henüz istenen başarıyı gösterememiştir. Diğer yönden de barış ve refah adına yüzyıllardır doğunun ve batının beklediği ve özlediği sentez son yüzyılda başarılmıştır. Bu başarının altında kendileri bir Avrasya (Avrupa-Asya) toplumu olan Müslüman Türklerin imzası vardır. Bu aynı zamanda müstekbir ve müstemlekeci R. Kipling gibilerin 19. Yüzyıl sonlarındaki “Doğu Doğudur, Batı Batıdır; ve bu ikili hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir; ta ki yer ve gök, Tanrının büyük hüküm kürsüsünde hazır bulunana kadar” karamsarlığı ve kehanetini boşa çıkarmıştır. (Bu özet sonunda, “Konferansçı”nın zikrettiği hayli bir kaynak eser mevcuttur. Yer darlığı dolayısıyla burada verilmemiştir.)