Yazılarımda kendimden bahsetmeyi çok doğru bulmam ama aslında yazdığımız her konuda da biraz biz yani kendimiz oluruz…
İnsan ruh ve bedenden yaratılmıştır derler, diğer şubeleri varda bugün o konuya girmeyelim. Ruh, ahlakımızı temsil eder. Yani ruhumuz ne kadar temiz ise davranışlarımızda o kadar doğru olur.
Akıl ve nefis ise birbirlerinin yakın etki alanlarında oldukları için dünyayı temsil ederler, bunlar ruhun etkisinde olurlarsa ona(ruhun sahibini) baş eğer, kul olur. Yoksa şeytan ile arkadaşlık edip, onun bunun çocukları ile dans ederler…
Konumuz, doğduğumuz ev dedik, başlığımızı böyle kullandık. Peki neden doğduğumuz ev önemli? Bizim yavrulardan birisi bugün bağa geldi, baba biraz sohpet edelim dedi. Olur dedim, bana Prof. Dr. M. Kemal Öke’nin “ Doğduğum Ev” başlıklı videosunu izletti.
30 dakika sürüyor, mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Çünkü hepimizin doğduğu ev onun hayatında izler bırakıyor.
Hocamızı uzun yıllar önce TGRT ve Samanyolu TV gibi yayın organlarında programlar yapmıştı. Birçok kitabı var ama şahsen hayatının bu kadar zor geçtiğini bilmiyordum. Ailesi, toplum, çocukları ile imtihanı zor geçmiş. Özellikle dedesinin ismi ile kendi ismi aynı olduğu için zorlanmış kendini anlatmakta. Neyse, ben video adresini verim siz evde bu ibret dolu hikayeyi dinlersiniz, çünkü bugün ben de kendi doğduğum evi anlatmak istiyorum. (Cambridge’li zamana dervisi: Prof. Dr. Mim. Kemal Öke) Ama hocamın ibret dolu hayatını mutlaka dostlarım bir başka yazımda paylaşmak istiyorum.
HERKESİN BİR HİKAYESİ VAR
Kayabaşı Mahallesinde, şimdiki Kocabaş Konağının bitişiğindeki küçük konakta doğdum. İki katlı, mutfakla birlikte 6 odalı bu binanın alt katında çorap örgüsü yapılırmış. Bu evde ninem, amcam, babamlar ve halam birlikte kalırdık. Zordu ama birbirimize tahammül ederdik, saygı ve sevgi vardı. Babalarımızdan da çok korkardık.
Alt katta kuyu, bir avlu, evin önünde uzun bir çardak ve toplu yenen yemekler. Çocuklar, büyüklerden genelde ayrı yerdi yemeğini. Yemek yapan gelin, bulaşıkçı gelin, alışverişi yapan hala ve disiplinli babalar… büyüklerin yanlarında konuşmak yasaktı. Özellikle Durdu Doboğlu amcamın yanında, hatta gülmek bile yasaktı, yerdin tokadı o kadar….
Sonra evler ayrıldı, keşke ayrılmasaydı, çünkü bir olmak, birlikte olmak daha güzeldi. Zorlukları vardı ama sıkıntılarınızı ve sevinçlerinizi paylaşan aplalar ve amcaçocukları vardı.
Çorbamız, ocakta(şimdi şömine diyorlar) çalı çırpı ile pişirilir. Ortaya tepsi ile konulur, çal kaşığı, kalmasın bulacağı derlerdi. Yerlere ekmek kırıkları bile dökülmezdi.
Babam ve amcalarımın hayatı çok hızlıydı, hızla yaşadılar, genç öldüler. Ama kendilerinden başkasına zararları olmadı. Rabbim günahlarını affetsin.
Annem, çileli bir kadındı ip eğirir, bizim okul masraflarımızı karşılar, göz ve kaşları ile terbiye ederdi bizleri.
Küçüklüğümde simit, tatlı hatta anamın ipini sattım. Bunlar beni hayata hazırlayan güçlüklerdi ama hiç gocunmadım, üzülmedim.
Sonrası okul yılları bilirsiniz, o yıllar da sınıfta kalmak vardı. İbrahim Yılmazoğlu(Namı diğer kasap) beni Fen Bilgisi dersinden sınıfta bıraktı. Ama hak etmiştim, çünkü yazılıyı girmemiş, sinamaya kaçmıştık arkadaşlarla…
Ve öğretmen olduktan sonra ilk defa kitaplarla tanıştım. Kader konusuna merak etmiştim, ilk okuduğum kitapta, sonra kadere ikna oldum ve o gece Rab’bim beni 5 vakit namaza davet etti. Ruhumu bir ışık el koydu. Bir sabah namazı Isparta’ta Kur’an beni kendisine davet etti. O günden bu yana okuyorum.
Okudukça hem büyüklerimize kızıyorum, hem kendime, hem topluma. Çünkü Kur’an gibi bir kurtuluş reçetesi bulunamazdı.
Büyüklerime kızıyorum bizlere doğru tarihi, doğru dini anlatamamışlar. Topluma kızıyorum Kur’an’dan uzak bir hayat yaşıyorlar, kendime kızıyorum iyi bir kul olamadım.
Ama okumak ve yazmak beni bu konuda da rahatlatıyor. Son okuduğum kitaplardan biri olan Rudani’nin Büyük Hadis Külliyatında, Rabbim iman edenleri cennete alacağını beyen ediyor…
Peki kalın sağlıcakla.