ALİ VE İLİM Hz. Ali son derece âlim idi. Onun ilmine yetişecek bir kimse olmadığından ashabın büyükleri aralarında meydana gelen her türlü zor meseleleri Hz. Ali’ye sorup hallederlerdi. Müfessirlerin öncüsü Abdullah Bin Abbas onun öğrencisi idi. Sa’îd Bin Müseyyeb, Abdullah Bin Mes’ûd ve Ebu Tûfeyl buyururlardı ki “ Hz. İmam-ı Ali’den başka, ashaptan hiç kimse insanlara, bir müşkülünüz varsa bana sorun demezdi.” Yine buyurulmuştur ki Hz. Ali’den naklen “Allah’ın kitabından bana sorunuz, hiçbir ayet nazil olmamıştır ki ben o ayet kimin hakkında, gece mi, gündüz mü, dağda mı, çölde mi nâzil olmuştur bilmeyeyim.” derlerdi. İbni Abbas Hazretleri buyurmuşlardır ki “İlim on hissedir. Yalnız Ali’ye, ilmin dokuz hissesi verilmiştir. Onda birlik hisse ise onunla birlikte diğer insanlara paylaştırılmıştır.” Peygamber Efendimiz’in “Ben, ilmin şehriyim, Ali’de onun kapısıdır.” Mealindeki Hadis-i Şerifi ile Hz. İmam’ın eski ve yeni ilimlere vakıf oldukları beyan buyrulmuştur. Hz. Peygamber bu ilmi, Hz. Ali’ye vermiş o da Hz. Hüseyin’e, Hz. Hüseyin İmam Zeynel Abidin’e ondan Muhammed Bâkır’a, ondan da Cafer-i Sadık hazretlerine geçmiştir. İbn-i Abbas, bahsi geçen Hadis-i Şerifte “Her kim ilim murad ederse, kapısına gelsin,” kelamının da olduğunu Huzeyfe bin Elyemân’dan duyduğunu söylemiştir. Zaten Hz. Ali Efendimiz divanında kendileri bütün ilimleri bildiklerini şu şekilde beyan buyurmuşlardır. “Dünyanın başlangıcından ahiret gününe yani sonuna kadar kıymetli ilimlerden her bir mânâ bizim indimizde mâlum ve açıkça keşfedilmiştir.” Dürrü’l-Munazzam’da ve Fethül Mübîn risalesi şerhinde, müfessirlerin İmamı Abdullah Bin Abbas Hazretleri anlatmıştır ki: “Ayın dolunay halinde olduğu bir gece, hazret-i Seyyidül evliyâ ile Bakîa'ya doğru çıkmıştık. Hazretin bütün ilimlere vâkıf ve vâris olduğunu bildiğim için gönlümden ilâhî sırları ledünnî hakikatleri öğrenme isteği doğdu. Fırsatı ganimet bilerek kendilerine niyaz ettim. “Yâ Abdullah, oku” dediler. Ben de “Bismillâhirrahmânirrâhim” diyerek başlayınca besmele-i şerîfede ki “ba” harfinin noktasının ne gibi sırları incelikleri manaları ve hakikatleri olduğunu sabaha kadar şerh ve îzah buyurdular. Hz. Haydar’ın bu îzah ve anlatışından feyze ve ilme gark olup sabah’ın gelişini fark edemedim. Oysa Cenâb-ı İmam’ın sözleri son bulmamıştı.” Abdullah Bin Abbas devamla buyurdular ki: “Hz. İmam’ın o sabaha ulaştığımızda ki son dedikleri şöyle idi: “Benim için bir seccade serilmiş olsa, ben de onun üzerine otursam, yani her durumda seçkinlerin ve halkın mürâcaatgâhı olduğum insanlar arasında bilinse, Musevilere Tevrat’ın, İsevilere İncil’in, muvahhitlere ve Müslümanlara Kuran’ın ahkâmı ile hakkı ile hükmeder ve maddî ve manevî her türlü zor meselelerini hallederdim.”. CAFER-İ SADIK VE ÖĞRENCİSİ MUFAZZAL Abbasi hilafetinin başlarında, İslâm âleminde muhtelif felsefi mektepler ve cereyanlar ortaya çıkmıştı. Devleti idare edenler, kendi siyasetlerine zararı olmayan fikir akımlarına karışmıyorlardı. Maddeci görüş sahipleri de Hıristiyan ve Museviler yanında kendi görüşlerini serbestçe açıklıyorlardı. Bir gün Medine’de Mescid-i Nebevi de o devrin maddeci düşünürlerinden İbn-i Ebil Evca ile bir arkadaşı oturmuş konuşmaktaydılar. Yaratıcı iradenin var olmadığını tabiatın kendiliğinden var olup ebede kadar da böyle gideceğini konuşuyorlardı. Bu sırada, mescide daha önce gelip de namaz kıldıktan sonra bir köşede oturan ve Resûl-i Ekrem’in (S.A.S) şahsiyetinde ki yüceliği düşünürken İbn-i Ebil Evca ile arkadaşlarının konuşmalarına kulak misafiri olan Mufazzal,  daha fazla dayanamayarak  “Ey Allahın düşmanı, çok uzağa gitmede kendi varlığın üzerinde düşün, yaratılmış olduğunu anlarsın. Seni en güzel şekilde yaratan yaratıcıyı inkâr mı ediyorsun!” diye bağırdı. İbn-i Ebil Evca, Mufazzal’ı tanımıyordu. Ona “ kelamcı isen gel tartışalım, sözlerinde haklı isen ve kuvvetli delillerin var ise seni kabul ederiz. Yok, kelamcı değil isen bize ne karışırsın. Cafer-İ Sadık’ın talebesi isen de o, hiçte böyle konuşmaz. Bizimle oturur sözlerimizi dinler, sonuna kadar sabreder, fakat kızdığı sertleştiği görülmemiştir. Bize cevapları ise şefkatli ve nezaketlidir. Sen onun talebesi isen onun gibi ol. “ dedi. Mufazzal büyük bir üzüntü ile mescitten çıktı. “İş o hale geldi ki, zındık ve dehriler Resûl-i Ekrem’in mescidinde oturuyorlar ve pervasızca her şeyi inkâr ediyorlar, nedir bu İslâm’ın başına gelenler?” düşüncesi ile Cafer-i Sadık’ın huzuruna erişti. Hazret onun çok üzgün olduğunu görüp de sebebini öğrenince “ hiç üzülme!” buyurdu, “Yarın sabahtan itibaren bana gel, sana yaradılışın hikmetlerinden, canlı ve cansızlardan, hayvanat ve nebâtattan bahsedeceğim. Senin ve her doğruyu arayanın ihtiyacını giderecek, dehrileri ve zındıkları da hayrete düşürecek”  Mufazzal oradan bu defa büyük bir sevinçle ayrıldı ve ertesi günden itibaren dört gün arka arkaya imam-ı Sadık’ın beyanlarını yazdı. Bu suretle “Tevhid-i Mufazzal” adıyla anılan risale meydana geldi. İmam-ı Cafer-i Sadık’ın kitabı, Risale-i Mufazzal’ın üzerinde derin araştırmalar yapmak lazımdır ki nice hakikatler ilimler gün yüzüne çıksın ve keşfedilmeyi bekleyen birçok konu çözüm yoluna kavuşsun. Biyoloji, fizik, kimya, matematik ve hatta genetik çalışmaları yapan kıymetli âlimlerimizi bu kitabı acilen incelemeye davet ediyoruz. (DEVAM EDECEK)