Bir okuyucumuz, hac ve umre hatıralarını yazdığım şu günlerde, hocam henüz hacca gitme dönemi yaklaşmadı, bunları Ramazan ayında yayınlasaydın daha iyi olmaz mıydı? Diye bir mesaj atmış. Kendimde ona, haccın çok önemli bir ibadet olduğunu,  en az altı ay öncesinden hazırlanmak gerektiğini,  Uzakdoğu ülke hacıları böyle yaptığı için, yani iyi eğitim aldıkları içinde sorunsuz bir hac yapmakta olduklarını aktardım. Bu nedenle, yazılarımıza devam ediyoruz. 

 Hac, zengin ve gitme imkânı bulmuş müminlerin ömürlerinde en az bir kez gitmeleri farz olan bir ibâdet, umre ise küçük hac diye nitelendirilir ve imkanı olan her zaman gidebilir. Efendimiz(sav) üç  defa umre yapmıştır…

Ancak Allah dostları, haccı da diğer ibadetler gibi büyük bir iman coşkusuyla yaşamışlar ve fırsat buldukça mânen istifade etmek galesiyle sık sık hac ve umreye gitmişlerdir.

Hac, sadece turistik bir seyahat değildir. Muhterem Osman Nûri Topbaş hac esnasında gözetilmesi gereken edeb ve incelikleri şu şekilde ifade eder:


HAC VE UMREDE GEREKSİZ ŞEYLERDEN UZAK DURMALI

“Gerek hac ve gerek umrede en mühim iş, sayılı nefesleri ve kısıtlı zamanları en değerli olan vazîfelere sarf edebilmektir. Bunun için de başkalarının bizi ilgilendirmeyen hâlleriyle alâkadar olarak vakitlerimizi boş sözlerle, lüzumsuz yere hebâ etmekten titizlikle sakınmalıyız. Zîrâ hac ve umredeki hâlimiz, kalbimizin hassasiyetini ve mânevî duygularımızın derinliğini de ifâde eder.

Mü’minlerin, din kardeşlerine karşı içlerinde bir küçük görme, ayıplama ve buğz da olmamalıdır. Çünkü bilhassa orada kimin ne olduğu bilinemez. Zîrâ kalblerin seviyesi, beşer nazarlarına meçhul, Allâh’a mâlumdur. Nitekim Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin tasavvuf yoluna sülûk etmeden evvel yaşadığı şu hâdise, ne kadar mânidardır: Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, hac için yola çıkıp Medîne-i Münevvere’ye vardığında orada nur yüzlü bir zâta rastlamıştı. Yemenli olan bu Hak dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı câhil bir kimsenin âlim bir kimseden nasîhat istemesi gibi ondan öğüt talep etti. O zât da şöyle dedi:

“–Ey Hâlid! Mekke’ye vardığında Kâbe’de şâyet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir hüküm verme! Gözünü ve kalbini tecessüsten uzak tut! İç dünyânı tezyîn etmekle meşgul ol!”

Ancak Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Mekke-i Mükerreme’ye gittiğinde oradaki mânevî iklîmin heyecânıyla âdeta bir gönül sarhoşluğu içine düşmüş ve o zâtın nasihatini unutmuştu. İşte bu hâlde iken, bir Cuma günü, dağınık kıyâfetli, garip görünüşlü bir dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:

“–Şu ne gâfil bir kimse ki, edebe mugâyir olarak Kâbe’ye sırt çevirmiş! Bu mübârek makâmın yüceliğinden haberdar değil!” diye düşünmüş.


ESRARENGİZ DERVİŞ

Bu esnâda sadır sadıra olan o zât, Hâlid-i Bağdâdî’ye:

“–Ey Hâlid! Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha fazîletlidir.  Çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalb, beytullâhtır. Medîne’deki o sâlih zâtın nasihatini gönlünde mahfuz tut!..” dedi.

Bu sözler karşısında irkilen Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük bir velî olduğunu anlayarak hemen ellerine sarıldı ve af diledi:

 “Gidenlere tenbihâtım şudur ki; orada huşûu ihmâl etmeyin. Kendi kalbî dünyanızla meşgul olun, mâlâyâniye girmeyin. Oradaki mânevî tecellîlerden istifâde etmeye bakın. Tabiî hacca gittikçe de insanın rûhâniyeti farkında olmadan inkişâf eder. Büyük hayır hizmetlerinde bulunanlar, ekseriyetle mükerreren haccedenlerdir. Haccın mânevî tecellîleriyle sehâvet, merhamet ve şefkat inkişâf eder. Böyle kimselerin gönlü ve eli açılır, îman lezzet ve heyecânı içinde en sevdiklerinden Allâh için kolaylıkla ve seve seve infâk ederler.”(Kaynak: Zahide Topçu, Şebnem Dergisi)

Evet, bütün hacca gidenlere büyükler tembih etmiştir.  Kibirden kaçmak gerekir, zira kalbinde zerre kadar kibir olan insan cennete giremez buyurur….

Kalın sağlıcakla.