Yavuz Sultan Selim Han’ın saltanat dönemini ve Mısır’ın fethini araştırıp, yazanların gözünden kaçan çok önemli, gizemli ama özelde tarih meraklılarının genelde ise insanlarımızın mutlaka öğrenmesi gereken bir husus bulunmaktadır. Mercidabık (24 Ağustos 1516) ve Ridaniye ( 22 Ocak 1517) Savaşlarını bütün detaylarıyla inceleyen, eserlerinde de anlatan kalem erbabı, her ne hikmetse Hükümdarın Mısır’ı aldıktan sonra oradan ayrılıncaya kadar, Kahire’de hangi önemli konular ile ilgilendiğini maalesef anlatmamışlardır. Selim Han’ın Müslümanlara hatta insanlığa, kadim topraklardan çizdiği ufuktan ve gösterdiği hedeflerden habersiz oluşumuz, bizleri bugünlere kadar getirmiştir. Yani orta doğu topraklarında akan kan ve gözyaşının sebeplerinden biri de hiç şüpheniz olmasın ki onun bıraktığı emanete sahip çıkmamamızdan kaynaklanmaktadır. Bu önemli mirasın ne olduğunu açıklamak zaten makalemin de içeriğini oluşturacaktır. Sultan, hayatı boyunca ve özellikle de Mısır’ı fethettikten sonra
Eşyanın Hakikatinin peşinde koşmuştur. Kâinatın, maddenin esrarını anlamlandırmak ve kadim tarihin izini sürmek için uğraşmıştır. Siz kıymetli okurlarıma bu manada arz edeceğim konuyu ise Osmanlı Tarihini yazanlar önemli görmemişlerdir. Sultanın Mısır’da yaptığı araştırmaların, çalışmaların üzeri örtülü kalmıştır. Hilafet Makamını, Devlet-i Aliye’ye kazandıran Sultan I. Selim Han, kısa padişahlığı zamanın da başarmak için çırpındığı ve mücadelesini verdiği meseleleri hal yoluna koyup projelerini kendisinin arzu ettiği şekilde tamamlayabilseydi, devrinin “süper gücü” olan Osmanlı Devleti, çok daha başka noktalara gelebilecekti. Ancak kader hükmünü icra etti. Hazret-i Yavuz, İmparatorluğun istikbali için kendince yapılması lazım gelen icraatları hayata geçiremeden, 24 Nisan 1512 tarihinde cülus ettiği tahtta, 8 yıllık padişahlıktan sonra 22 Eylül 1520’de çok büyük zaferler ve başarılar kazanmış olarak, Nedimi Hasan Can Yasin-i Şerifi okurken sabahın ilk saatlerinde, henüz gün ışırken vefat etmiştir. Hükümdarlığı zamanının siyasi ve askeri mevzuları yazımın konusu değildir. Onun, İbn-i Kemal, İdris-i Bitlisi, Şeyh Mekkî Efendi gibi âlim ve âriflere verdiği vazifeleri takip ederek, Hünkârın Devletin ve insanlığın istikbali için başlattığı projeleri bilmemizin lazım geldiğini ve bu mevzuların çok önemli olduğunu düşünmekteyim. Zira hayata geçmesi için var gücüyle uğraştığı “bilgelik”
İNSANLIĞIN ACILARDAN VE FELAKETLERDEN KURTULUŞUNUN İLACIDIR. Peki nedir? Dünya halklarını, acılardan ve felaketlerden kurtarmanın yolu. Sultan Selim Han’a göre İbn-i Arabî Hazretlerinin irade buyurduğu “
Kalbim bütün suretleri kabul edecek bir hale geldi.”diye başlayan şiiri, kavgaları çekişmeleri, sen ben inatlaşmalarını yok edecek iksirdir. Şimdi bakalım, hazret, nutk-u şerifinde anlamak isteyenlerin aklına hissetmek isteyenlerin gönlüne asırlar öncesinden nasıl seslenmiş. “
Kalbim bütün sûretleri kabul edecek bir hale geldi. Ceylanların otlağına, puthaneye, keşişlerin manastırına döndü kalbim. Kalbim tavaf edenlerin kâbesi Tevrat levhalarına, kuran sayfalarına döndü. Ben aşk dininin müntesibiyim. Aşk bineği hangi yöne götürürse benim dinimde imanımda orada. “ Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının ayrım yapmadan herkese aşkla hizmet etmeleri, insanlara din farkı gözetmeden şefkat ve merhamet ile yaklaşmaları hazretin, şiirinde bahis buyurduğu yaratılış hikmetlerinin kavranmasından kaynaklanmaktadır. Yani İbn-i Arabî anlayışı, Selçuklu ve Osmanlıyı âleme hizmetkâr kılmıştır. Kaos, kan ve gözyaşının hüküm sürdüğü dünyanın, Şeyh-i Ekber hazretlerinin fikirlerinden uzak olduğu ise ortadadır. Osmanlı Devletinde asırlarca kilise, sinagog ve camiler nasıl bir arada durdu? Neden kimse kimseye karışmadan özgürce ibadetini yaptı? Sorusunun cevabı da zannederim hazretin, şiirinde ki derin manada gizlidir. İşte “
İbn-i Arabî metafiziğinin ve varlık algısının”, insanları ötekileştirmeden bir arada tutmanın gizemli formülü olduğunun farkına varan hükümdar da, devrin âlimi, Kanuni Sultan Süleyman Han zamanının da Şeyhülislamı olacak olan İbn-i Kemal Hazretlerine, “Vahdet-i Vücûd öğretisinin devlet doktrini haline getirilmesinin sakıncası olup olmadığını sormuştur. Kendisinden müspet cevap aldıktan sonra da öncelikle yapılması gerekenin İbn-i Arabî adını lekelemeye çalışanları susturmak olduğu konusunda hem fikir olunmuştur. Bunun üzerine İbn-i Kemalde Öncelikle hazreti, hâşâ kâfirlikle suçlayanlara karşı meşhur Fetvayı Şerifini kaleme almıştır.
(DEVAM EDECEK)