İnsanlık dünyaya gönderildiğinden bu günü inançsızlık veye küfür bir yanda, hakka boyun eğen iman sahipleri diğer tarafta olmuşlardır. Bütün hayır ve nur diyanet etrafında toplansa yani bazı insanlar Hakkı Hak bilip Hakka ittiba ederler ama Üstad’ın ifadesi ile “TABİATIN PERDESİ İLE ALLAH’IN NURUNU GÖRMEYEN BAZI İNSANLAR İSE HERŞEYE BİR ULUHİYAT VERİP, KENDİBAŞLARINA BELALARI MUSALLAT ETMİŞLERDİR.
Ve bu tipler kuvveti üstün tutar. Hak’kı savunanlar ise kuvvetin değil, Hak’kın üstün olduğunu savunurlar.
Felsefecilerde ene kendi dizginini ela almış, insanlığın yarısını kaplamış, hatta bugün itibarı ile yarıyı da geaçmiştir.
Galibe edende bir kuvvet var, kuvvette ise hak vardır. Biz ise hak kuvvette değiliz deriz. Onlar zulmü teşfik ederken, biz iman ehli olanlar ise her canlının hakkı olduğunu(başta kul hakkı) onlara karşı mücadele ederiz.
Allah’u alem bu durumda da: “İnsanoğlunun kendi imtihanı, yaşadığı zaman dilimi içinde Hak’ka mı, yoksa batıla mı hizmet ettiğininden olacaktır!”
BİR GERİLERE GİDELİM
Habil ile Kabil’in hikayesini hepiniz bilirsiniz. Nemrut’u, Firavun’u duymayanlar kalmamıştır ama biz isterseniz Efendimiz’in dönemine sizi götüreyim. “O devirde Hak ve batılı ayırmak kolay mıydı sanırız
Eyaletlerden, içlerinde sahabelerin de bulunduğu birçok Müslüman, Halife Hz. Osman’ı devirmek için gelmişlerdi. Müslümanlar o kadar çok kirletilmiş bilgiyle hareket ediyorlardı ki, neyin Hak, neyin batıl olduğunu ayırmak çok zorlaşmıştı. Birçok Müslüman Hakk’a hizmet ediyorum diye batılın ekmeğine yağ sürmüştü.
Mesela Hazreti Ali dönemini hatırlayalım. Bir tarafta Halife Efendimizin damadı Ehli Beyt mensubu Hazreti Ali, bir tarafta Müminlerin Annesi Hazreti Aişe, diğer yönde çok büyük fetihlere imza atarak Müslümanların gözdesi olmuş, Hazreti Muaviye… Herkes haklı gibi görünen iddialarla ortaya çıkmış, tam bir karmaşa ortamı oluşmuştu. O devirde yaşayan Müslümanların Hak ve batılı teşhis edip kendilerini ona göre konumlandırmaları bu güne göre çok mu kolaydı. Hayır kolay değildi. İsterseniz Hz. Ali Efendimiz dönemi ve sonrasındaki karışıklıkları, tartışmaları, iktidar mücadelelerini bir hatırlayın…
BÜYÜKLERİ DİNLEYELİM
Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde, kişinin kendini tanıması, toplum içerisindeki, insanlar arasındaki yerini makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür. Yesevi’ye göre, kişinin Müslümanlığı dünyevi çıkar ve beklentilerden arınmış, samimi ve karşılıksız olmalıdır. Buna da İhlas denir. İhlaslı bir insan gösterişsiz, maddi menfaat gözetmeyen bir kişiliğe sahip olmalıdır. O, bilhassa topluma yön veren ve onu yöneten insanlara büyük önem verir. Âlimler ilimlerine, hakîmler Hakk’a ve adalete göre karar vermezse, toplumun bozulacağını söyler.
Bizler ne kadar iç dünyamıza yönelirsek potansiyel güçlerimizi ve yeteneklerimizi keşfedersek o kadar Yaratıcımızı fark eder ve onun hem varlığını, hem de niteliklerini anlarız.
Bütün evrensel değerler bizim yaradılışımızda mevcuttur. Kul hakkının bilincindeyiz. Sonra Kur’an ve sünnet gibi emanetler bulunmakta. Başka, hepimiz sevgi gücüne sahibiz. Bu gücümüzü bütün varlıkları severek ortaya çıkarabiliriz.
Sonra kainat kitabına okumak gerek. Kendimizi tanıdığımızda, Rab’bimizi tanıyabiliriz. Nasıl ki, bizim cüzi irademiz var ise, Cenab-ı Allah’ın da Külli İrade sahibi olduğunu buluruz.
Özetle; İnanmak hepimizin doğasında var olan evrensel bir ihtiyaç ve özelliktir. Bu özellik eşi ve benzeri olmayan yüksek bir güce yöneliktir.
İnancımız böyle bir varlığa yönelik olmazsa, inancımız doğamızdan kaynaklanmayıp somut varlıklara yönelir. Bu açıdan özümüzle kurduğumuz iletişimin güçlü ve sağlıklı olması bizim doğru bir inancı kazanabilmemiz ve geliştirebilmemiz için önemlidir…
Kalın sağlıcakla.