Ortak amaç etrafında, ama farklı kulvarlarda hizmet eden/verenlerin ortak ilkeler etrafında bir araya gelmek zorunluluğu vardır.
Bu, dava/hizmet/büyük amaçlı olmanın bir gereğidir.
Yani davanın büyüklüğü bu tutumu gerektirir.
Ya da davanı/hizmetini/yüksek amaçlarını; benliğine/nefsine feda etmemek böyle davranmayı zorunlu kılıyor.
Amaç büyüdükçe, küçük şeylere takılmalar azarlıyor.
Amaç küçüldükçe, küçük şeyler yarınlara yürüyüşü engelliyor.
Ve böylece, küçük uğruna nice büyükler, fani uğruna nice bakiler feda ediliyor.
Böyle tablolar karşısında gülen şeytan; hüzünlenen melekler oluyor.
Oysa, alkışlanacak davranış arayan melekler aramızda geziyor.
Her anın, her davranışın imtihanın ciddi bir soru ve cevabı olduğu göz ardı ediliyor.
İçimizde imana, Kur’an’a hizmet noktasında bir kıpırdanma oluverdiğinde, hemen karşımıza şeytanın çıkacağı, bindiğimiz himmetimizden bizi düşürtmek için, ümitsizlikle, tembellikle, temperverlikle, havalecilikle desiseler üreteceği unutuluveriyor.
Engelleri kaldırılmış bir hizmetin, getirisindeki katsayısı da düşürülmüştür. Onun için hizmet, aşılan önce içteki/nefisteki; sonra dıştaki engellerle doğrudan ilgilidir.
Himmeti millet olanlar, tek başına bir millet haline geliyor.
Himmeti davası olanlar, tek başına bir davanın kahramanı haline geliyor.
Nefsini, haysiyetini, onurunu, maddi ve manevi varlığını davasına feda edenler, dava adamı oluyorlar.
Vücudunu mucidine feda etmek gibi, varlığını davasına, meziyetlerini dava arkadaşlarına feda eden, insan suretinde melekler ortaya çıkıyor.
İşte o zaman fedakar, cefakar, aziz, kıymetli, değerli, kahraman, mücahit, sadakatli, metin, sarsılmaz, sıdık vb., insana sultanlık tacı gibi yakışan sıfatlar veriliyor.
Zübeyirler, Tahiriler..
Böylece şerefli levhalardaki yerini alıyorlar.
Büyük davaların büyük dertlerini başta kabul etmek gerekiyor.
Ona uygun enerji depolamak icap ediyor.
Gerektiğinde dünyadan, dünyalıklardan; hatta manevi ikramlardan, taltiflerden, övgülerden, küsmeklerden, haysiyet iddialarından, damarlardan sıyrılmak gerekiyor.
Bu oranda insan büyüyor.
İnsanı iddiası değil, terk ettiği yanlış davranışları; kazandığı muhteşem hasletleri yüceltiyor.
Yüce Makama ulaşan davranışlar, yüce davranışlar oluyor.
İşte onları kim taşıyorsa, o zaten yükseliyor, yüceliyor.
Oysa küçük davranışlar, insanı küçültüyor, boğuyor.
Nefsime yediremiyorum, damarıma, haysiyetime dokunuyor diyenler; aslında ne ile imtihan olduklarını ilan ediyorlar.
Böyle halet karşısında ne yapmak gerektiğini, neye sığınmak gerektiğini asrın manevi doktoru Bediüzzaman söylüyor.
“Kardeşlerimden rica ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “haysiyetime dokundu” demesinler.
Ben o fena sözleri kendime alıyorum.
Damarınızı dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.”
Himmeti, bütün bir insanlık olan peygamber varisi, yüksek izzet ve haysiyet sahibi bir zat bu cümleleri söylüyorsa, nefsi, emmare basamağında bulunan bizlerin, bin haysiyeti de olsa, ne uğruna feda etmek gerektiği apaçık ortadadır.