Yeryüzündeki insanlık macerası, İslâm'la hedefine ulaşmış ve evrensel bir kurtuluş mesajı olarak yerine oturmuştur.
Var olduğu günden beri yaratılış muamması karşısında sürekli didine-çabalaya iki büklüm olmuş felsefe, ancak İslâm'ın ortaya attığı değişik düşünce sistemleri sayesinde belini doğrultabilmiş ve bir kısım olumlu şeyler mırıldanmaya başlamıştır Arz ve semadaki devâsâ cisimler, vahyin onların çehrelerine saçtığı nurlarla karmakarışık birer kozmik unsur olmadan çıkarak, temaşâ edilen meşherlere, okunan kitaplara ve baş döndüren armonilere dönüşmüşlerdir; dönüşmüş ve kendi hikmetleri çerçevesinde, tabiatlarının maverâsını haykıran talâkatlı birer lisan haline gelmişlerdir. İslâm'ın Hızır çeşmesi gibi sürekli fışkırıp duran kaynağından bir yudumcuk olsun nasibini alabilen bahtiyar gönüller, ebedî var olmanın zevkini duymuş ve büyük ölçüde tabiatlarından kaynaklanan yalnızlık ve ümitsizlikten kurtulmuşlardır.
İslâm'ı kendi orijiniyle duyup yaşayanlar, gönül dünyalarında birer cennet kurmuş ve hayatlarını Firdevs'tekiler gibi zevk etmeğe başlamışlardır.
Onu kendine has çerçevesiyle duyup yorumlayanlar bir yana, bir kerecik olsun onun gölgesiyle tanışanlar bile, yok olma endişelerinden ve yalancı va'dlerin karanlık labirentlerinden kurtularak, muvakkat dahi olsa rahat bir nefes alabilmişlerdir. İslâm'ın, ona inananlar için önünü açtığı bir düşünce ve va'dettiği hayat seviyesinin ötesinde bir yaşama biçimi varsa o da. mü'minlerin Cennet'teki hayatları olmalıdır.
Yaratıcı Kudret, tâ ötelerin en son noktasına kadar onun yoluna su serpmiş ve İlâhî İrade ona, dünya-ukbâ Süleymanlık mührünü vermiştir. İşte bu sayededir ki, sultanlar adalet soluklamaya başlamış, kuvvet hakkın hâmisi haline gelmiş, ilmin önü sonuna kadar açılmış, hür düşüncenin boynunda zincirler paramparça olmuş, şeytanlar, boynuzlarını atıp mâbede koşmuş: melikler, zulüm ve ceberuttan vazgeçerek, melekleşme yoluna girmişlerdir.
İslâm'ın ruhundan fışkıran hikmet sayesinde -buna İslâm felsefesi de denilebilir- genel düşüncenin rengi değişmiş: yeryüzü aydınlık bir atlas haline gelmiş; varlık ve hâdiseler âdeta, talâkatli bir hatibe, âteş-zebân birer vaize dönüşmüş; toprak, herkesi ve her şeyi şefkatle bağrına basan bir anne halini almış; sular, aşk ve vuslat çağıltılarıyla gönüllerimize sonsuzun nağmelerini duyurmaya başlamış: dağlar o mehîb halleriyle, ovalar obalar o mütevazı tavırlarıyla, fizikî yapılarını aşkın bir derinliğin sesi-soluğu olmuş; bağlar-bahçeler, rengârenk edâlarıyla bize tebessümler yağdırmaya durmuş; güller-çiçekler, cömertçe gözlerimize, gönüllerimize güzelliklerin en nefislerini sunarak başlarımızı döndürmüş, bakışlarımızı bulandırmış; ruhlarımıza var olmanın en engin zevklerini yaşatarak, Hakk'a teslim olmuş bahtiyarlara mutluluğun en enfesini duyurmuşlardır.
İslâm'ın insanlığa Yaradan'ın en büyük armağanı olduğunu idrak edemeyen talihsizler -bu, bazen ona karşı bir ön yargıdan, bazen de Müslüman görünenlerin tutarsızlığından ve kötü örnek olmalarından kaynaklanabilir- onun sunduğu mesajı anlayamaz, va'dettiklerini duyup hisse-demezler.
Hattâ bazen, böylelerinin onun etrafında dönüp dolaşmaları bile bu olumsuz neticeyi değiştirmez; çok yakındırlar ama, uzaklardan daha uzak sayılabilirler.
Hep ona bakar dururlar ama, bakışlann-da dalgındırlar, asla onu anlayamazlar.
Yakıniık onlar için uzaklık vesilesi olmuştur; görmek de hissetmemeğe sebep.. neylersin, tabiat bu..!
Diken, gülün yanında olsa da yine dikendir ve batar; saksağan, gül bahçelerinde bülbüllerle yan yana bulunsa da. hep kendini kendi sesiyle ifade eder. Işığa lânet okuyanların sayısı hiç de az değildir.. nizamla savaşanları yer yer hepimiz gördük.. gül kokusundan içi bulanıp yere yıkılan birini her hatırladığımda içim bulanır.. hasılı herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler vesselam...
İslâm'ı tanıyan ve duyan bir aydınlık ruh, bütün eşyada sonsuzun çağrısını duyar ve ebed neşvesiyle coşar.. onun âsûde iklimine adım atan ayaklar baş olur; alınlarla parmak uçlarının birleşik noktası sayılan secdede mehafet ve mehabetle yüz yere süren bu çehreler, günde birkaç defa meleklerle atbaşı haline gelir.
İslâm'a teslim olmamış başlardaki taçlar iğreti ve emanet, onun referansını almayan söz ve beyanlar ise üstûreden farksızdır.. onunla beslenmeyenlerin gönülleri boş.
Talileri de karanlıktır; bunlar, zaman zaman parlayıp, bazı gözleri kamaştırsalar da, uzun süre parlak kalmaları ve hele çevrelerini aydınlatmaları asla söz konusu değildir. Bütün zamanları kucaklayabilmek ve sürekli renk atmadan kalabilmek aşkınlığa bağlıdır.
Kalın Sağlıcakla…