Şeyh de dedi ki: “Öyle bir gönüldür ki, içinde daima sevgilinin hatırası yaşaya!”

Eski kitaplardan Baharistan’da anlatılan bu kıssa, kalbin memnuniyetinden bahseder.

Kalp, ancak Allah’ı anmakla sükun bulur, agah olur der Kitabımız.

Zikr, yani hatırlamak sözkonusu olduğunda, yol güzergahımız da belli oluyor aslında, Kıble’miz, menzilimiz, itikadımız, rengimiz, simamız ve ruhumuz...

Kaderimiz çiziliyor...

Kum’da, Fatıme Masume dergahında, gözyaşı dökerek naat okuyan Acem dervişlerinden işitmiştim. “Ah, benim kaderimi çizen sevgimdir” diyerek yana yakıla ağlaşıyorlardı.

Belki yüze yakın, iç içe geçmiş kadın halkaları, kimisi mersiye okuyup ağlıyor, kimisi selavat getiriyordu, gözyaşlarından kurulu bir aşk sarayında zikr halindeydiler...

Kırık belki milyonlarca ayna parçasından inşa edilmiş bu aşk mabedinin bir konuğuydum sadece. Günlerden Erbain’di.

Ağlayan kadınları seyrediyordum.

Pakistan’dan, Tacikistan’dan, Azerbaycan’dan, İran’ın güneyinden kalkıp gelmiş yas kadınlarının arasındaydım...

Hiç unutmadıklarını, o gece anlamıştım. Sevmek, bir kader gibi onları tutmuş ve yollarını çizmişti. Simaları her daim kederli, aşk hatırasına müptela kalpleri her anlarına galip bir haldeydiler... Karasevda bu muydu? Önce ürktüm bu derin kederden...

Kıyılarına oturdum. Ellerime tesbih verdiler.

Virdleri olduğunu sandığım defterlerden tutuşturdular.

Farsça bilmem dedim. Fatıma dediler. Yine; okuma bilmem dedim. Hasan dediler, Hüseyn dediler...

 Ben böyle sabahlara kadar bilmem diyebilirdim her seferinde. Ve onlar da, sabahlara ve daha ertesinde gelecek tüm sabahlara kadar, mütemadiyen her halime, Fatıma, Hasan ve Hüseyn olarak cevap verebilirlerdi sanırım. Sevmek, hakikaten sevmek için, lisan bilmeye gerek olmadığını, hatta sevmek hakikatinin en kadim lisan olduğunu, o kadınlardan öğrenecektim.

Ne çare ki; sanki zaman denizleri vardı aramda onlarla... Sevmenin sadece bir seyircisiydim...

Halime dertlensem de, o gecenin bir ikram, bir keşif vesilesi olduğuna hâlâ şükrediyorum...

Dışarıda olmakla ilgili bir şey seyir...

Aklı yücelterek geldiğimiz dünya deneyiminin bize en büyük değer olarak öğrettiği şey, dışarıdan bakmak, objektif olmak, kriterlerin eşliğinde ölçüp biçmek her durumu, oluşu, vaka’yı...

Bu, elbette bizi koruyacak bir yöntemdir.

Ama geldiğimiz dünya denkleminde akla dair bu “dışarıdalık” metodu, bize içimizi unutturdu.

İçe dair tüm seslere sağır kıldı. İçimiz boşaldı.

Derin bir yarılmaydı belki önceleri, içerisi ve dışarısı... Ama artık içerisi diye bir şey yok çoğumuz ve aslında hepimiz için. Akıl bizi dışarıya mahkûm etti...

Sevgili Efendimiz (sav) bir gün arkadaşlarıyla yolda yürürken, aniden oyun oynamakta olan bir çocuğa yöneldi, tuttu onu saçlarından öptü. Sonra yola devam etti.

Sordular: “Kimdir?” cevap verdi: “Bizim Hasan’ın oyun arkadaşıdır”...

Sevmek, böyle bir şeydir...

Sevdiğinizin sevdiği de onun hatırasıdır, azizdir, değerlidir.

Mecnun’u sokakta bir kediyi kanlı gözyaşlarıyla kucaklarken buldular...

“Ey divane nedir bu halin?” diyerek gülüştüler.

Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini soru soranlara çevirdi Mecnun: “Bu...” dedi.

“Bu kedi, Leyla’nın mahallesindeki bir sokak kedisidir...”

Sevgilinin hatırası azizdir vesselam...

Ruhu, maneviyatı, tinsel hakikati reddederek ölüm karanlığının kıyısına varmış gezegenimizde, yitik hakikati arıyoruz hepimiz.

Aydınlanma, sanayileşme, gelişim ve ilerleme olarak bildiğimiz şeyler, bize savaş, yoksulluk, adaletsizlik, sömürü ve ekolojik felaketler dışında ne getirdi?

İçeri girmek, ısınmak, ruh üşümelerimizi teskin edecek yakınlıkları keşfetmek istiyoruz.

Yetim çocuklara has o derin kimsesizlik hissini avutabilmeyi diliyoruz.

Odaklandığımız başarı, bize yalnızlıktan başka hiçbir şey getirmedi...

Telefon ekranlarına ve mail kutularına üşüşen yüzlerce “sevgililer günü” kutlamasına baktığımda... Bankaların, alışveriş merkezlerinin, kredi kartı ekstrelerinin, reklamların ve medyanın hücumuna uğramış şu zavallı “sevgililer günü”ne baktığımda...

Ağlayacağım geliyor...

Para, para, para...

Sevgilinin aziz hatırasını, satılık bir objeye tahvil etmekten daha zalimce ne olabilir ki şu dünyada..

Kalın Sağlıcakla…