İnsanız biz ister istemez bazı günahlara gidebiliriz. Bu bağlamda özellikle gençlerin yaptığı hatalar hoş karşılansa da, bizim gibi yaşı kırk ve üzerindeki insanların yaptıkları toplum tarafından da, Allah(cc) tarafından da hoş karşılanmaz. Bunun için atalarımız; “ Kırkından sonra azanı, ancak teneşir temizler!” demişlerdir.
Bu hafta sonunda sizlerle, harika bir hikaye paylaşacağım, mutlaka yazıyı sonuna kadar okumanızı tavziye ederim. “Ömrünün ilk kırk yılını inançlarının doruğunda, ibadetlerle geçirdi. Gençlik yıllarında aşkla şevkle kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar; İslam davası için didinip durduğu, sarf ettiği çabalar unutulmazdı. Herkese örnek olmaya çalışıyor, insanların İslam’la tanışıp onu yaşamaları için elinden geleni esirgemiyordu.
Dile kolay, kırk yıl! Aslında kırklı yaşlar, insanların olgunluk yaşlarıdır. Bu yaşlarda insanlar, geçmiş günlerindeki uçarılıkları bırakmaya çalışır, daha dingin, daha olgun bir hayatı kendilerine hedef edinirlerdi. Kırklı yaşlar, adeta fizik ile kimyanın bileşkesi gibi hayatımızın tam ortasına oturur ve bir nefs muhasebesine de yol açardı.
Ama onun için böyle olmadı; tam tersi bir durum onun hayatının orta yerine oturdu. Namazında, niyazında ve de dinini elinden geldiğince yaşamaya ve yaşatmaya çalışan bu adam, kırkından sonra yolunu değiştirmeğe başladı.
Arkadaş canlısıydı ve merhamet etmeyi severdi. Yetim büyümüştü; anne sevgisini göremedi, baba şefkati ise ondan uzak durdu; çünkü üvey annesi vardı. Çocukluğunda ve gençliğinde zaman zaman kendini unutmaya bırakır, dalgınlığı ve yalnızlığı severdi. Şen şakrak ailelerin içlerine girmeyi pek sevmez, mahalledeki çocukların ellerindeki horoz şekerini gördüğünde, içinde bir şeyler sızlar ve akar giderdi.
Yirmi beşinde evlendi ve büyük şehire yerleşti. Dini konularda hassastı, evlilik seçimini de buna göre yaptı. İyi de bir işi vardı, geçinip gidiyordu işte.
Kırklı yaşlarına gelince işini de geliştirdi, arkadaş çevresi de çoğaldı. Ama o, zaman zaman içinin yalnızlığına tutuluyor ve kendini adeta unutmak istiyordu. Bir gün nasıl olduğunu kendisinin de anlamadığı bir durumla karşılaştı; arkadaş çevresinden bir grup onu yanlarına almış ve deniz kenarına gitmişlerdi. Arkadaşlarının içki masası kurmalarına bir anlam verememişti. Önce onlara kızdı, fakat ısrarlara dayanamamış ve masaya onlarla oturmuştu.
Kendini unutmanın bir yolu muydu içki, diye iç geçirdi. Utandı bunu düşündüğünden. Bunca yıl İslam dışı oluşumlarla mücadele etmişti, şimdi bu nasıl olabilirdi? Sonunda arkadaşlarının ısrarına ve de kendi zaafına mağlup olmuş, ağzına içkiyi doldurmuştu!
İşte o günden sonra olan olmuş, tam bir ayyaş olmuştu. Zaafını bilememiş, onun yanına yaklaşmanın getirdiği mağlubiyet onu tuş etmişti.
Kırk yaşına kadar ağzına içki koymayan, hatta onu hiç bilemeyen o, kırk yaşından sonra meyhaneleri mesken tutmuştu. Tam yirmi yıl bu yolun kervanı olmuş, işini kaybetmiş, ailesi adeta dağılmış, çocukları perişan olmuş bir aile reisi konumundaydı. Herkes onu ayyaş olarak anıyordu.
Altmış yaşına ayak basmıştı. Ayık zamanı neredeyse yoktu. Bu gece de yine bir köşede içerek sızmıştı. Gece hafif çiseliyordu. Meydanda yattığı için inen çiseler üzerine geldikçe uykudan uyanır gibi oldu. Ayağa kalktı, sendeledi. Önündeki duvara tutunarak doğruldu. Nerede olduğunu bilemiyordu. Her yer karanlıktı. Bir adam yanından geçerek ilerideki kapıyı açtı ve içeri girdi. Kendine gelmeye çalıştı, ama zihnini bir türlü toparlayamıyordu.
“Allahu Ekber… Allahu Ekber!..” Sabah ezanı okunuyordu.. Yanından başka insanlar da geçmeye başladı. Kendini biraz daha toparladı, bir caminin giriş kapısının önünde olduğunu hissetti. Biraz daha kendini zorladı ve caminin kapısından içeri süzüldü.
Elinin hâlâ cami duvarında olduğunun farkına vardı. Evet, artık bir caminin içindeydi ve sarhoşluktan yeni uyanıyordu. Gözleri buğulandı, nefesi sıklaştı, kalbi hızlandı. Duvara tutunduğu eline baktı, “ Ey elim!” dedi, yutkundu. “Ey duvar!” dedi, sustu. Sonra kelimeler ağzından üst üste dökülüverdi:
“ Ey duvar!.. Beni tanıdınız mı? Yirmi yıl önce sizlerle dosttum. Secdeme sizleri de şahit tutardım.” Ayaklarına baktı, “ Ey seccadeler, siz beni hatırladınız mı? Üzerinizde secde eder, bazen de gözyaşlarımı bırakırdım size.”
Hıçkırıkları boğazında düğümlendi. Tekrar cami duvarına elini sürmeye başladı:“ Ey duvar, konuş benimle. Seninle dost değil miydik? Beni caminin içinde görünce yüzünüz gülmez miydi? Ama ben size ihanet ettim! Sizi terk ettim ve yaban ellere düştüm. Ey cami, senden ayrıldıktan sonra, senin gibi beni kucaklayan bir dostla karşılaşmadım. Eski günlerine dönemez, beni bağrına basamaz mısın?”
Yüzünü yukarı kaldırdı: “ Ey kubbe, senin altında bulmuştum mutluluğu. Ben şimdi onu yitireli yıllar oldu; bir anne sevgisi ve şefkatiyle üzerime yorgan olup beni örtemez misin?”
“Ey mihrab, ey mimber, ne olur beni tanıyın, yabancı bellemeyin! Ya Resulallah, Hannane direğinden ayağınızı çekip mimberde hutbe irad etmeye başladığınız zaman direk inlemiş ve gözyaşı dökmüştü. Benim üzerimden ayağını çekme. Ey Rabbim, kapına geldim, beni kovma! Ben günahkâr kulunu kabul et!”
Caminin içindeki insanlar şaşkındı. Cemaat çoğaldıkça, onun yanına gidenler oldu.
Bir an hıçkırıkları kesildi ve yere yığıldı. Halıların üzerine boylu boyunca uzandı. “Eşhedü…” sesi duyuldu. Cemaatten biri elini onun nabzına koydu, “ölmüş!” dedi.( Kay. Yazar D. Ali TAŞÇI)