Cemil Meriç’ten son birkaç aydır çok bahsediyorum, gerçekten tam bir kitap adamı, dolayası ile de fikirlerinden yararlanıyorum. Geçmişte de birçok yazarın eserlerinden alıntılar yaparak sizlere fikri aktarımlar yapmıştım hatırlarsınız.

Bizler arı gibiyiz, nerede güzel bir düşünce ve fikir varsa, toplayıp siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz. Zaten paylaşılmayan bilginin de bir hükmü yoktur, fikir cimriliği de diyorlar adına…

Bugün Cemil Meriç ile Celal Sılay’ın dostluğundan bahsedeceğim sizlere. Onların dostluklarına Mevlâna ile Şems-i Tebriz’i hazretlerinin dostluklarına da benzettim.

Neyse geçelim Meriç ile Celal’e.

Meriç onun için diyor ki; “Celal, içinde zelzeleler yaşardı, trajedisi bir çağın trajedisidir. Onunla Nisvaz’da tanıştık, yıl 1940. Zekayla fuhuş, ciddiyetle bohem, en parlak ümitlerle en kararlık ıstıraplar yan yanaydı Nisvaz’da (şair ve yazarların toplandığı pastane) O yatağını arayan bir sel gibiydi. Nisvaz’da herkes şairdi. Onun farkı, kendisini bir önceki nesle de kabul ettirmiş olmasıydı. Bunun için ona Türkiye’nin sesi diyorduk. Onun mısraları dudaktan dudağa dolaşırdı. Genç şairlerin arasında bir hükümdar edası ile dolaşırdı. O, Nisvaz Pastanesinde herkesin şiirlerine alkış tuttuğu bir şahsiyetti…

SONRASI

Cemil Meriç yıllar geçince ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim. Celal ise fırtınalar içinde kanat çırpmaya devam etti. Dalgalar o coşkun mizacı kâh girdaplara fırlatıyor, kâh gözlere yükseltiyordu.

Celal hayatı bütün hacaletleri(utanma), bütün acıları ve bütün zevkleriyle yaşadı. Hayat trajedisini onun kadar yakından tanıyan pek az insan vardır. Ve tam 25 yıl birbirimizden uzak yaşadık. Sonrasında birleşip ayrılmalar oldu ama dostluğumuz hiç bozulmadı. Gördüm ki acılar onun zekasını bilemişti. Duyguları derinleşmişti. Şimdi, o yaramaz, o uçarı, o kabanı sığmayan genç adamın yerinde olgun bir insan vardı. Ancak 25 yaşında şöhretin zirvesine yakalamış Celal, 55 ine geldiğinde unutulmuştu. Aslında o eskisi kadar güzel şiirler yazıyordu ama işte artık takdir görmüyordu, hatta okuyucu da bulamaz olmuştu. Ve herkes zelzeleden kaçan hassas yaratıklar gibi uzaklaşmıştı ondan…

Sanki küçümsüyordu artık şöhreti. Ama aşıklarını kaybeden bir dilberin meraretiydi bu. Başka ne yapabilirdi…

DİKKAT BIÇAK GİBİ SAPLANDI

Zavallı Celal artık çırpınıyordu. Dikkati bıçak gibi saplanırdı gerçeklere. Sekmeyen, bağışlamayan bir dikkat. Bu keskin bakışlar her yalancı faziletin maskesini lahzada sıyırır; her sahte şöhreti çırılçıplak soyardı. Celal kitapları değil, kalpleri okuyan adamdı. Son yıllarda tek zevki kalmıştı; Anlamak, ıstırapları, buhranları, faziletleri. Ve anladıkça bedbinleşiyordu…

Biz birbirimizi tamamlayan iki tezattık. Ben ciddiyetim, o sezişti. Ben kitapları tanıyordum, o insanı. Fazilete susuzdu celal, asalete susuzdu. İrfana hudutsuz hürmeti vardı. Bu büyük kabiliyeti köksüz ve idealsiz bir topluluğun alkışları mahvetmişti. Erken şöhret canını okumuştu. Celal muhatabını seçemedi, aslında o Türkiye’nin Oscar Wilde’ıdır…”(Kay. Bu Ülke s. 153-4-5)

Şimdi bu iki dostun hikayesini sizinle niye paylaştığımı anlamışsınızdır. Celal, şöhretin kurbanı olmuştu, bütün şöhret zedeler gibi! Oysa insanları iyi tanıdığı yazılmıştı hikayede; demek ki insanları tanımak kendini tanımak anlamına gelmiyordu. Nedeni, muhataplarını seçememişti. Yani dostlarını.

Demek ki insan önce kendini tanıyacak, sonra da iyi dostlar edinmesi gerekiyordu. Bilmem anlatabildim mi? Ancak düşündüm de çoğumuz hayatın içinde bir Celal ya da Cemil gibi yaşıyoruz, Rabbim yaşamımızda bizi kendi nefsimizi ve dostlarını tanıyanlardan kılsın.

Kalın sağlıcakla.