Nefs, cehennemden bir parçadır; cehennem nasıl doymak bilmezse, nefs de doymaz. Canlı cehennem görmek isteyenler, doymayan dünya ehline baksınlar.
İnsan niçin ve nasıl yaşadığını sorgulamalı, içinde bulunduğu durumu değerlendirip inanıyorsa hem dünya hem ahiret hedeflerini ortaya koymalı. İnanmıyorsa bile yaşadığı topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmelidir. Batılı toplumlarda ağırlıklı olarak ikinci yaşam tarzı görülüyor. Peki inanmış insanlar yani bizler onlardan farklı olmalı değil miyiz?
Çünkü bizler dünyaya gelişimizle birlikte birtakım sorumluluklarımız verilmiş hatta gelmeden önce verilenler var. Kâlû Belâ diye tanımlarız ya. Neydi bir hatırlayalım isterseniz kısaca: “Cenabı Allah dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarını yaratmıştır... Ruhlar da: Evet, sen bizim Rabbimizsin, diye cevap vermişler sonra da ancak sana ibadet eder, senden yardım dileriz" demişlerdir. İşte bu konuşmanın vuku` bulduğu zamana deniyor…
Konu uzun, mesele de inanmayla ilgilidir, konuyu araştırırsanız daha geniş bilgi her yerde var. Burada kul olmaya razı göstermişiz, dolayısı ile de kulluk vazifemizi ihmal etmemek gerekiyor.
NEDEN YAŞIYORUZ
Yazımın giriş kısmında kısaca niçin dünyaya geldiğimizi açıkladık, şimdi bu kulluğu nasıl daha iyi yapabilirim de Cenab-ı Allah’ın rızasını alalım sorusunun cevabına geçmek istiyorum.
Ancak bundan önce bana gelen bir soruyu sizinle paylaşmak istiyorum. Okuyucum diyor ki: “Evine hırsız girip, kıymetli eşyaları çalınan insan emniyete başvuruyor da kalbine şeytan girip, tevhidi çalınan ve zalimleşen insan nereye başvuracağını bilemiyor!
Sahi bilen var mı? Nefsini şikâyet edeceği bir kurum veya kuruluş adı verebilir misiniz?
Yani insana bu durumlarda yol gösterici bir kılavuz gerekmiyor mu? Yolunu şaşıranlar, yoldan çıkanlara bile bir kılavuz gerekiyor. Onlarında elinden tutmak, iyiliği emredip, kötülükten vaz geçirmekle mükellef değil miyiz?
Yani sadece kendimizi kurtarmak için çaba sarf etmek de yetmiyor, çevrenizdeki insanlardan da sorumluyuz.
Yıllar önce bir tefsirde okumuştum, Cenab-ı Allah(cc), Cebrail(as): “Git falanca şehri var, altını üstüne getir! Diye emir verir, melek şehre geldiğinde gece namazı kılanların olduğunu görünce, yanlış anladığını zannederek, tekrar döner ama yine aynı şehir tarif edilince gider yıkar o beldeyi. Nedeni sorulduğunda ise, o şehir halkı yanındaki komşuyu ya da mahallelisini düşünüp, iyiliği emretmiyorlardı, yardım elini uzatmıyorlardı bunun içini helak edildi cevabını alır. Bilmem anlatabildim mi, yani insan hem kendinden hem de yaşadığı toplumdan hatta tüm insanlıktan sorumludur.
ÖNCE NEFSİMİZDEN BAŞLAMALIYIZ
“Herkes kendi hayatının heykeltıraşıdır; eserine bakıp sanatını değerlendirebilir. İnsanın en büyük zulmü, kendi nefsine karşı yapmış olduğu zulümdür. Allah’a kulluk görevini yerine getirerek arınmıyorsa, zulüm, onun içinde katmerleşecektir. Ateş topuna dönüşecek ve kendisiyle birlikte çevresini de yakacaktır. D. Ali Taşçı böyle başladığı yazısını şöyle tamamlar: “Nasıl ki, susuz maddi temizlik olmuyorsa, ibadetsiz de insanın ruhu temizlenmez. Sel sularının bulanıklığına aldanıp, pınarlara iftira atmak, kendini kandırmaktır. Çalışanlarına hakkını vermeyen, haram yiyen bir patron düşünelim. Haram yemek, hak etmediğin malı çalmaktır, zulümdür. Haram, insanda hırsı kamçılar. Bu hırs, zamanla kişiliği olumsuz etkiler ve patronu daha da acımasız hale sokar. Onun bu merhametsizliği, ona karşı duyulan kalplerdeki sevgiyi nefrete çevirir. Bu nefret, o patronun zindanı olup çıkar. Evinde, iş yerinde ve hayatın başka alanlarında o patron artık sevilmez; sadece parası için yüzüne gülünür. Kendisi de sürekli rahatsızdır, tedirgindir, tatminsizdir; çünkü içindeki güzellikler kurumuş, yerleri kötülüklerle dolmuştur. Zaman içinde en yakın sandığı insanlardan çok büyük darbeler yer ve manen yıkılır. Hâlbuki onun başına gelenler, zamanla kendi yaptıklarının, yani zulmünün karşılığıdır. Bu durum her alanda böyledir.
Kalın sağlıcakla.