Bugünkü sohbetimizde iki farklı alanda kaybettiğimiz, kıymetini bilmediğimiz ve hala da anlayamadığımız değerlerle ilgili sohbet etmek istiyorum.

Önce dilimizden başlayalım. İlk okuldan başlamak üzere Türkçe-Dilbilgisini çocuklarımıza öğretmeye çabalar durur çok kıymetli öğretmenlerimiz. Ama nedense bir türlü başarılı olmazlar. Aslında çokta önemli değildir. Öncelik her zaman matematik ve fen derslerinin olagelmiştir.

Aşağıda birkaç paragraftan oluşan dilimizle ilgili çokta önemsemediğimiz birkaç noktalama işareti ile ilgili açıklamaları dikkatlice okumanızı ve birazcık kafa yormanızı istiyorum.

Değerini bilemediklerimiz:

“Bir gün insan virgülü kaybetti; o zaman cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleleri basitleştikçe düşünceleri de basitleşti.

Bir başka gün ise ünlem işaretini kaybetti. Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye sevinebiliyordu.  Üstelik hiç bir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.

Bir süre sonra soru işaretini kaybetti ve soru sor(a)maz oldu. Hiçbir şey, ama hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kâinat, ne dünya ne de kendisi umurundaydı.

Birkaç sene sonra iki nokta üst üste işaretini de kaybetti ve davranışlarının nedenleriyle ilgili başkalarına açıklama yapmaktan da vazgeçti.

Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu, yalnız başkalarının düşüncelerini paylaşıyordu ( Şu şunu demiş, bu bunu demiş gibi).

Son noktaya geldiğinde ise düşünmeyi ve okumayı unutmuştu”

Bir türlü öğretilemeyen ya da bizim öğrenmek için çabalamadığımız birkaç noktalama işaretinin aslında ne kadar kıymetli olduğunu, kendimizi ve diğer insanları anlamak için her birinin ayrı birer kılavuz ya da şalter vazifesi gördüğünü artık birilerinin anlaması umuduyla.

                                                           ***

Modern hayatının hengâmesi içerisinde sosyal hayatımızda bazı şeylerin değiştiğinin ve sonuçlarının tüm toplumu nasıl değiştirdiğinin farında bile değiliz.

Bir sosyolog ve düşünce insanı olarak sizlerle paylaşacağım ikinci husus kadınlarımızın  çok değil bundan elli-atmış yıl öncesi ile bugünkü pozisyonlarının nasıl değiştiğinin, nereden gelip nereye gittiğimizi görmemize ve bu değişimin bugünkü hayatımızda şikayet ettiğimiz bir çok hususun temel nedeni olduğunun anlaşılabilmesi içindir.

1950 li yıllarda henüz sanayi ve ticaretten bahsemediğimizden toplumumuzu tarım toplumu olarak değerlendirebiliriz. İster şehirlerde olsun isterse kasaba ve köylerde genellikle erkekler evlerinin ihtiyacı için gurbete çalışmaya gider ve bu gidişleri bazen aylar sürerdi. 1960 yıllarda ise insanlarımız Almana ve Fransa’ya gitmeye başladılar. Onların evlerine dönmeleri ise en az iki yıl sürüyordu. Erkekler gurbete gittiğinde ise evin hem anası hem de babası kadınlar oluyordu elbette. Bağ bahçe işleri, hayvanların bakımı ve beslenmesi, çocukların her türlü ihtiyacı annesi tarafından karşılanıyordu. Anneler sadece evini, çoluk çocuğunu korumuyor, kendi namus ve izzeti ile kocasının da şerefini korumak gibi çokta dikkate alınmayan bir görevi de ifa ediyordu.

1970 yıllarla birlikte Avrupa da esen Feminist rüzgâr kısa sürfede bizim ülkemizi de etkisi altına aldı. Kadının yukarıda belirttiğim hususları değersizleştirilerek, evinden çıkması, önceliğin annelik değil, sosyal hayatın her anını yaşayan, bir varlık haline gelmesi için öncelikle siyasi partilerimiz, sanatçılarımız, yazarlarımız hep birlikte emek verdik ve sonunda kızlarımızı basit birer varlık olarak değerlendirdiğimiz annelik duygusundan uzaklaştırmakta başarılı olduk.

1980 yıllarla birlikte ev kızları ile evlenmenin tu kaka, çalışan kızlarla evlenmenin popüler olduğu bir döneme girdik. Karı koca her sabah işe giderken önceleri çocuklarını anneanne ya da baba annelerine bırakıyorlardı. Daha sonra bununda sakıncaları ortaya atılınca devreye kreşler girdi. Çocuklar hiç tanımadıkları kimselerin elinde büyüyor, akşam eve gelindiğinde ise anne gün boyu işyerinde yorulduğundan çocuklarla ilgilenmek kadına göre daha güçlü bir yapıya sahip olduğundan ve işyerlerindeki olumsuzlukları eve taşımamayı başarabilen babalara kalıyordu. Elli-atmış yıl önce  anneler hem anne hem de babalık görevini yaparken, her şey ters yüz olmuş, artık bu vazifeyi babalar yapar olmuştu. İnsanlık tarihi ne kadar geriye gider tartışılabilir ancak toplumun temelini oluşturan aile işte böyle kısa bir dönemde ters yüz ediliverdi. Bunu başaranlar elbette kendileri ile övünebilirler. Bu değişimin aile hayatımızda telafi edilemez olumsuzluklarını hiç hesaba katmadan seyreden,   kendini muhafazakar olarak tanımlayan siyasetçi, sanatçı ya da kalem erbabına ne demeli?

Mevlana ile ilgili sözleri paylaşmayı çok seven kişiler

Mevlana’nın” Erkeğin kadına üstünlüğü kadının anı yaşaması, erkeğin ise ileri görüşlü oluşundandır” sözünü kulak ardı ederler. Biz erkeği kadına bir derece üstün yarattık emrine rağmen muhafazakâr görünüşlü olup aslında her geçen gün liberal bir anlayışa sürüklenen Müslümanların durumu ise laik-seküler anlayışa yaranmışlıktan öte bir şey olmasa gerek. Üniversitelere giden kızların sayısının erkekleri geçtiği ile övünür hatta kadınlar gününde kadınların gönlü hoş olsun diye “İslam güncelleşmelidir” diye nutuk atabilirler.

Velhasıl bize eller değil bizden olanlar ya da bizden gibi görünenler zarar veriyor desem yanlış bir şey söylemiş olur muyum?

Kalın sağlıcakla…