Merhaba değerli dostlar.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki ne olup bittiğini anlamak gerçekten zor.
Kimileri sokağa çıkamıyor korkusundan. Kimilerinin olan biten umurunda değil.
Her yıl bu zamanlarda okullar açılırdı. Okul servisleri vızır vızır dolaşırdı sokaklarda.
Üniversitelerin açılış merasimleri yansırdı televizyon ekranlarına.
Bu yıl ise bir anda format değiştirdik, online eğitime geçiverdik.
Her şey çok hızlı artık.
Halbuki daha şunun şurasında ne kadar oldu ki.
Sadece elli yıl.
Henüz ilk mektep talebesiydim. Yılın sekiz ayını babamın memuriyeti nedeniyle ilçede geçirirken, Mayıs sonu Haziran başı gibi köyümüze giderdim annem ve kardeşlerimle beraber.
Genellikle köye benden önce gelen dayımın oğlunu yolumu gözler bulurdum.
Henüz sekiz dokuz yaşlarındaydım. Ancak dağların, taşların, kuşların, bağların bağrında geçerdi günlerin tamamı. Anam tarafı yaylaya çıkardı. Dallardan haymalar kurulurdu. Şimdiki nesil bilmez elbet.
Haziran sonu Temmuz başı gibi bağda üzümler olmaya başlardı. O yaşımda tek başıma bağdan üzüm taşırdım eşek sırtında.
Buğday kaynatılır, damlara çekilirdi kurusun diye. Sonra o buğdaylar değirmenlere götürülürdü eşek sırtında dövme yapılıp sonra da tarhana olsun diye.
Bir gün önceden büyük avrana kazanları hazırlanır, pınardan getirilen su ile doldurulurdu.
Sabahın erken vaktinde kazanların altı yakılırdı. Öğleye doğru fokurdamaya başlayan dövme sürekli karıştırılmak zorundaydı, yoksa dibi tutardı. Ne kadar iyi karıştırılırsa dibindeki tutulma o kadar az olurdu.
İkindi vakti dinlenen dövme aşı bir çok kişinin katılımı ile evin damına taşınırdı. Bir yandan taşınırken, bir yandan da yoğurtla buluşurdu. Altta dallar, üstünde patıska bezi, yoğurtlanmış, yoğrulmuş tahrana aşı dinlenmek ve biraz ekşimek üzere sabah ezan vaktine kadar dinlenmeye, tabiri caizse demlenmeye bırakılırdı.
Konu komşudan tamamlanan kavaktan yapılmış şaptalar üzerine gelinler, kızlar elleriyle sererdi tarhanayı. Evlenecek oğlu olanlarda kızları süzerdi gizliden gizliye kimin eli çabuk, kim tarhanayı güzel seriyor diye.
Sabah güneş henüz ortalığı ısıtmadan biterdi tarhana serme işi.
İkindi vakti ise işin en güzel yanı başlardı. Çiğ üzerinde firik yeme.
Bir yandan firik yiyenler, diğer yandan komşulara firik gönderme telaşında olan annelerimiz.
Ya masereye üzüm çekip, onları tepelemek, gece yarılarına kadar üzüm suyunun pekmeze dönüşme sürecine bire bir tanıklık etmek, Ardıç ağacından yapılmış kenarları tırtırlı tahta kaşıklarla kaynayan pekmez kazanlarının başında köpük yalamak
Biz başka bir dünyanın çocuklarıyız galiba. Sanki zorunlu olarak dünyamızdan ayrılıp başka bir dünya ya gelmiş gibi hissediyorum bu satırları yazarken.
Bakın şimdi ki şu hali pürmelalimize. Çocuklarımız, yetişkin genç evlatlarımızla beraber evlere tıkılıp kaldık. Gidecek, köy yok, gezecek dağ yok, Bekleyen dayı, emmi oğlu yok, Ne yaylada haymadan barınaklar, ne de kaynatılacak üzüm, değirmene gidecek buğday yok.
Ellerimizde akıllı cep telefonlar, herkes kendi odasında, pandemi, Covid-19 haberleri. Yazla beraber geçer gider sandık ama olmadı, aksine vaka sayılarında artışlar devam ediyor.
Okul yok, cami ise hem var hem yok. Cami yerinde de cemaat yok.
Güzel bir söz vardır “Ne kadar yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemli” diye
Nerede o elli yıl önceki hayat, nerde şimdiki hayat.
Ne diyelim kendi elimizle yaptık yani “kendimiz ettik, kendimiz bulduk.
Kalın sağlıcakla