Cahit Zarifoğlu’nun; "Biliyor musunuz? Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle nefret ettim" dediği yerdeyiz şimdi. Hangi açıdan ve hangi bakışla bakarsak bakalım, bu çağ bizi kendinden hep nefret ettiriyor. Bugünümüz bu kadar nefretle doluyken yarının hangi umudunu bırakacağız çocuklara, çocuklarımıza?

Bütün ideolojilerimizi, izm'lerimizi, maske diye yüzümüze taktığımız her ne var ise hepsini çıkarıp atarak, insanlık denen elbiseyi üzerimize giyinerek bütün çirkefliklere, rezilliklere, insanlığın önünde duran engellere karşı durmak için başımızı alıp ellerimizin arasına düşünmek gerekiyor. Ne yapmalıyız? Önce insan, hakikî insan olarak yola çıkmaktan başka bir çaremiz kalmadı ey insanoğlu!"

Bu örnekten yola çıkan Milat Gazetesi Yazarlarından Talip Koktaş, (01 Temmuz 2021) 'Ben bu çağdan nefret ettim' başlıklı bir yazı kaleme almış.  O yazısının hemen girişinde bizi biraz geçmişe yani Asrı Saadet öncesine götürerek şöyle bir değerlendirme yapmış: “Mekke’deki cahiliye toplumunun en habis âdeti olan kız çocuklarının diri diri gömülmesi gözümün önüne gelir. Ne kadar berbat bir uygulama. Berbat kelimesinin dahi anlamından utanacağı kadar facia derecesinde bir gelenek.

Hz. Ömer'den rivayet edilen bir olayda kendisi cahiliye döneminde yaptığı iki uygulamayı anlatırken birine çok gülermiş, diğerine ise hıçkıra hıçkıra ağlarmış.

Hz. Ömer, Müslüman olmadan önceki döneminde putlara taparmış ve yolculuğa çıkacağı zaman yanında bulundurmak üzere helvadan put yaparmış. Puta ibadet ettikten sonra acıkınca da helvadan yaptığı putunu yermiş. Bu olayı Müslüman olduktan sonra her hatırladığında gülermiş.

İNSANLIK CAHİLİYEDEN NELER ÇEKTİ, HALA ÇEKİYOR

Diğer olay ise cahiliye döneminde kız çocuğunun olmasını utanılacak bir durum olarak gördüğü için kız çocuğu olduğunda onu diri diri gömmeye götürüp toprağı kazdığında sakallarına toprak gelince kızının "Babacığım, sakallarına toprak bulaşmış, onları temizleyeyim." deyip minicik elleriyle babasının sakallarındaki kumları temizleyişini her hatırladığında ise hıçkıra hıçkıra ağlarmış. Kendisi kızını biraz sonra diri diri gömecekken kızı ise babasına duyduğu sevgiden sakallarındaki toprağı temizlemeyi kendine dert edinmiş. Hani “baba yüreği” derler ya, işte bu deyimin iflas ettiği an... Evlat yüreği baba yüreğinden daha büyükmüş aslında. Bu olayı her anlatışımda gözlerimden süzülen damlalara engel olamıyorum…”

Bu örneklerden yola çıkan dostumuz geçtiğimiz günlerde ulusal medya da yer alan çocuk istismarı konusuna getirmiş konuyu ve adaletin yerini bulması talebinde bulunmuş.

Ömrünün 40 yılını sınıf öğretmeni olarak geçirmiş biri olarak bu konuya bir başka pencereden bakarak, bu istismar konusunun bir kötü örnek yüzünden özellikle öğretmen arkadaşlar üzerindeki etkileri üzerine kısa bir yorum yapmak istiyorum.

ÖĞRETMEN ÇOCUK SEVGİSİ OLMADAN YAŞAYAMAZ

Çocuk sevgisi ile bildiğim bir şey var, öğrencisini kendi öz evladı gibi gören emekli sınıf öğretmeni olarak derim ki, öğretmen bahçıvan ise öğrencileri güldür. Onların sevgisi olmadan biz öğretmenler yaşayamayız. Onların elini tutarız, saçlarını okşarız, bağrımıza basarız. Hela okula vardığımda onların koşarak bana gelmeleri, bahçe ortasında kucağımı açarak sarılmamız var ya, her şeye değer. İşte bu sevgi ile büyüyen çocuklar kendini aşarlar, dili tutulanların bile dili açılır, ruhu yücelir, öz güveni artır, sınıfta derslere ilgi fazladır…

Diyeceğim şu ki, son dönemde istismar haberleri üzerinden korkar olmuştuk, acaba bir iftiraya uğrar mıyız diye tedirgin oluyor ve çocukların elinden bile tutamaz olmuştuk. Çocuk gül dedik, o gülleri koklayamamak olası bir durum değildir. Ben şöyle yapıyordum, çocuklarıma tehlikelere karşı gerekli bilinci veriyor, kendilerini nasıl korumaları gerektiğini çizgi filimler v.b kavratıyordum. Söyleyemediğim bir konu olursa anneyi çağırıp konuşuyordum, çocuklarımızı uyarıyorduk. Sonuç olarak biz deriz ki, birkaç sapık yüzünden, çocuklarımızı sevelim. Çünkü sevgisiz yaşanmaz.

Kalın sağlıcakla