Yazı yazmak, konuşmak önemli bir iştir. Bilgi birikimi gerektirir, bazen olayı yazıya dökmek o kadar zor ki, yazıyı tekrar tekrar silip yazmak zorunda kalırsınız. Çünkü bir hata ile kul hakkı doğabilir. İşin bir de yasal zemini vardır, onu da hesaba katmak durumundasınız…
Dostumuz yaz diyor, bir kısmını yazabiliyorsunuz söylediklerinin. Sonra korktun değil mi? Niye yazamadın diye sorguluyor sizi, hatta küçümseyenler bile oluyor.
Peki söylediklerinin arkasında durabilir misin, şahit olur musun? Diye sorduğumuzda ise; “ Beni karıştırma!” deyip çekiliyor bir tarafa.
Neyse!
Söz, insan var oldukça etkin olacaktır yazmak gibi. İlk defa konuştuğunda insan sözcükler vardı dudaklarında, son demde de söz olacaktır ve hayat, iki söz arasında sürüp gidecektir. Öyleyse dünya meydanında söz padişahtır. Tıpkı davranış gibi…
Biz de sözü, sözle açtık, yazma ile devam edelim.
Bediüzzaman ahirzamanda belagat ilminin ön planda olacağını söyler. Belâgat bir ilimdir. Sözün düzgün kusursuz, yerinde ve adamına göre söylenmesini öğretir insana.
Bu ilme sahip olanlar yazma ve konuşma yöntemini bilip buna dikkat ederler. Gönül kırmadan, yıkmadan yapmaya çalışırlar…
SÖZ SARAYINDAN ÇIKMAMAK
Sonra yazmak sorumluluk gerektirir, öyle her aklına geleni de yazamazsınız, yazmamalısınız. Elbette haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Ama her doğru da yer yerde söylenmez ve yazılmaz. Yazarsanız, bedel ödersiniz. Belki sivri kelimeler sizi çabuk parlatır ama bir o kadar da çabuk indirir; aşağılardan aşağıya düşersiniz. Sözün özü doğru bakıp, doğru görüp, doğru yazmak gerekiyor…
Bir de işin daha zor boyutu var. Şiir yazmak gibi. D. Ali Daşçı bir yazısında bu konuyla ilgili şöyle der:
“Şiir yazmak, yazmaktan da ötedir, öyle her eline kalemi alan şiir yazamaz, olsa olsa yazdığını zannedir. Bütün şiirler, ayrılık vaktinin çocuklarıdır. Şiir, gönlün İsa’sıdır; çünkü babasız doğmuştur. Ben, akıldan gebe kalmış gönlün doğuracağı Muhammedî kelâmı arıyorum. Şiir de benim, İsa gibi; ama ben Muhammed ümmetiyim, içimde kaybettiğim Muhammed’imi arıyorum. Sevgiliye koşarken kelimeler mısra olur, kitap olur. Bir kitap, sevgilinin ayak izlerini içinde taşımıyorsa, o karanlık bir orman ya da ıssız bir çöl gibidir. Mısralarında ruhlar inlemeyen şiirler yol vurucudur.
YAĞMURUN SESİNDEN RUHA VARMAK
Devam edelim, şiir yazmak derinlik ister, ilham gerektirir. Her istediğin anda da yazamazsın, bakın aynı yazarımız yazısına şöyle devam eder:
“Yağmurun sesini can kulağı ile dinle, Davud’un sesini duyacaksın. Çıtır çıtır yanan ateşe kulak ver, İbrahim’e bestelediği en güzel şarkıyı işiteceksin. Varlığın nabzını tut, kendi nabzın olduğunu göreceksin, varlığın dili seni söylüyor, sen uyuyorsun!
“Yazar”ın ruhu geniştir, dünyaya sığmaz. Dünya bir “nokta”dır, bir nokta koyarak yazar olunmaz. Yazar, akıl kalemini, gönül mürekkebine batırarak kelimelerini sonsuz kılan insandır. Nokta, cümlenin kıyametidir. Yazarın yazım kılavuzunda “nokta” bulunmaz; o, sonsuzluk yoluna koyulmuştur, her kelime bir yıldız, evren evren dolaşmaktadır.
Yazarak çoğalma olduğu gibi, susarak ve düşünerek de çoğalma vardır. “Anlamak” susmanın ve düşüncenin çocuğudur. Anlamak, bir hazinedir. Kim hazineye sahip olmak istemez? Anlamak, kelimeleri bayağılıktan kurtarmaktır. Bayağı kelimelerden padişah sarayı kurulmaz.
Katilin elindeki silahla, yazarın elindeki silah arasında fark vardır. Katil canı vurur, yazar kini. İçinden kin damlayan kitapların kandan ne farkı vardır? Bu tür kitapları, yazarının suratına kapatınız. Nice kitaplar vardır ki, içlerinde insan bulunmaz; karanlık bir orman gibi, vahşi hayvanların barınağıdır. İçinde kendini gördüğün kitap, vatanındır…”
Kalebini sağlak kardeşim, demek ki neymiş? Yazmak için ülkün, inancın, ilmin, sabrın, sadakatın olacak.
Kalın sağlıcakla.