Uzun zamandır anı kitapları okuyorum. Hayat denilen bu heyecanlı yolculukta ‘başka hayatlara’ bakma merakı, öteden beri okuma listemi şekillendiren bir özelliğe sahip. Bu aralar Minâ Urgan’ın ‘Bir Dinozorun Anıları’ kitabını okudum. Kitaptan bazı notları sizlerle paylaşacağım.
Arka kapak yazısı şöyle;
İngiliz Edebiyatı ‘duayenimiz’ Minâ Urgan, ‘Bir Dinozorun Anıları’nda açıkyürekli, yalın ve naif bir dille anlatıyor; kendini, çevresindekileri ve bir coğrafyada olup biteni… Halide Edip, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Atatürk ve başka pek çok isimle zenginleşmiş ömrü…
“Oğuz Atay’ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı. Çok kocaman ve çok güzel bir kediye benziyordu ki, ona elimi uzatınca ‘miyaaav’ diyeceğini sandım. Miyavlayacağı yerde ‘tanıştığımıza memnunum’ deyince şaşırıp kaldım.”
Minâ Urgan’ın anılarını bazen coşkuyla bazen buruklukla ama hep gülümseyerek okuyacaksınız.
Rahmetli arkadaşım Niyazi Berkes, evliliği bir boks maçına benzetirdi: Balayı biter bitmez karı koca ringe çıkarlar, maç başlar. Eğer dövüşenlerden biri nakavt olursa, ya da bir şike yapıp yenilgiyi kabul ederek yere serilirse, o evlilik kör topal yürür. Ama maç devam ederse, bitkin düşen çiftin ringden çıkmaktan yani boşanmaktan başka çaresi kalmaz. (s.25)
Bertolt Brecht, Kafkas Tebeşir Dairesinde, gerçek ananın, bir çocuğu doğuran kadın değil, ona bakan, onu sevgiyle koruyan kadın olduğunu, yadsınamayacak bir mantıkla kanıtlar. (s.29)
Bebekler, tıpkı kediler gibidir. Onları kimin sevdiğini, kimin sevmediğini dakikasında anlarlar. Sevenlere güven duyarlar. (s.33)
Müebbet aşka mahkûmuzdur. Günün birinde af çıkacak, müebbet aşktan kurtulacağımız umudu da yoktur –kesinlikle yoktur. (s.36)
Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence. Kaldı ki, insanları seven ihtiyarlar, onları fiilen görmeseler bile, düşünceleri ve duygularıyla yakınlarıyla sürekli iletişim içinde olduklarından, hiçbir zaman yalnız kalmazlar aslında. (s. 68)
Toprağa dönüşen bedenimden çıkacak küçük mavi bir kır çiçeği, ölümsüzlüğümü sağlamaya yeter de artar da. (s. 74)
Bir insan ne denli üstün zekâlı ve bilgili olursa olsun, eğer duyarlılıktan yoksunsa; kafa açısından görkemli bir dev, duygu açısından zavallı bir cüceyse, ben neyleyim böyle bir adamın dostluğunu? (s. 82)
Aktör ne kadar ustaysa, duyduğu gerginliğin de o kadar büyük olduğunu söyleyebiliriz. (s. 185)
Marlon Brando’nun aktörü, “ancak kendisinden söz edilince sizi dinleyen adam” olarak tanımlaması doğrudur. (s. 186)
Soylu sınıfın kibarlığına özenen bir küçük burjuva, onu eğitecek bir öğretmen tutar. Öğretmen, “size ne öğreteceğim?” diye sorunca da “bana imlâ öğretin der” der. (s.187)
Sait Faik, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. “Senin âşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın?” diyordu. “Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir” diyordu. (s. 234)
Çağımızın sözde yükselen, ama aslında alçalan değerleri arasında damarıma en basanlardan birisi de “globalleşme” dedikleri palavra. (s.250)
Kafa işi yapanlarla kol işi yapanlar arasında ekonomik uçurumların açılmasına katlanamıyorum. (s. 254)