Bir zamanlar Çaycı İsmet vardı Elbistan’da. Çok meşhurdu. Çaycı İsmet bir markaydı. Her yaştan demcilerin uğrak yeriydi çayhanesi. Çevresindeki esnaf ve çay tiryakileri, Çaycı İsmet’in demlediği çayla yorgunluk çıkarırdı. Akşamları çayevinin müdavimi gençlerdi. Çayevinin önündeki sokağın iki duvarının dibine kürsüleri dizerdi Çaycı İsmet. Şimdi "Kürsü nedir ki?" diyeceksiniz. Bilen var, bilmeyen var. Kürsü, bir çeşit tabure. Oturmalık. Hem oturmalık,hem de yeri gelince sehpa olarak kullanılır. Taşınması kolaydır. Ha, ne diyorduk? Çaylar içilir, muhabbet koyulaşırdı. Gecenin geç saatlerine kadar Çaycı İsmet’in çay ocağı istim üstünde olurdu. Arı kovanı gibi işlerdi. Çaycı İsmet, bir sabah her zaman olduğu gibi erkenden çayevini açtı. Ocağı temizledikten sonra su doldurup altını yaktı. Çayhaneyi süpürdü. Dükkanın önünü de sulayıp temizledi. Kürsüleri içeri ve dışarı sıralayıp dizdi. Mavi önlüğünü giydi. Suyun kaynamasını bekliyor. Su kaynayacak. Çay demlenecek. Çayın demlenmesi de biraz zaman alır. Bekliyor Çaycı İsmet. Ama gelen giden yok. Halbuki her sabah bu saatlerde en az sekiz on müşteri gelirdi. Allah Allah!.. Daha çayı kırmadan damlayan müşteriler meydanda yok. Niye ola ki? Çaycı İsmet bunu hayra yormadıysa da üstünde durmadı. “Hele çayı demleyim. Nasıl olsa gelirler.” dedi kendi kendine. Çayı demledi. Bir bardağı dem ile ağzına kadar doldurdu. Bu bardağı demliğin üzerinde gezdirerek aktardı demliğin içine. Böylece çayı kırmış oldu. Âdeti üzere ilk bardağı doldurup içti. Çayı önce kendi beğenmeli ki müşterilerine göğsünü gere gere ikram etsin. İçti ve beğendi. İki koca demlik emre amade. Fakat hâlâ gelen giden yok. “Ula gözel olmuş yav, bir daha içiyim heeri” diyerek bir bardak daha doldurdu. Bardak elinde içe içe dışarı çıktı. Merakını gidermek için komşu esnafın kapısına omuzunu dayayıp selam verdi: ‒ Selamünaleyküm! Hayırlı işler komşu... Komşusu, İsmet’in elindeki çay bardağına şaşkınlıkla bakarak selamı aldı: ‒ Aleykümselam İsmet abi! -Yav ben şindiye gadar iki demlik çayı bitirirdim. Şu vahıt oldu kimse gelmedi... Komşusu sitemli konuştu: ‒ İsmet abi! Ayıb ettin şimdi. Sana yahışır mı? Boğön ramazanın biri taman.. Millet oruç, niye gelsin ki? Çaycı İsmet apışıp kaldı. Ne yapacağını bilemedi. Bardakta kalan çayı oracığa serpti: -Aboovvv, deme la.. Hee la vallaha unuduksum, deyip koşturdu. Geldi çayhaneye. Ocağın altını söndürdü. Dükkânı kapatıp evin yolunu tuttu. Ramazan süresince de uğramadı çayhaneye. Ramazan bitti. Bayram günü oğluyla erkenden geldiler çayevine. Ocağın altını yaktı Çaycı İsmet. Dükkanı temizleyip havalandırdılar. İçeri ve dışarı kürsüleri dizdiler. Bardakları yıkayıp pırıl pırıl ettiler. Çok geçmedi. Çaycı İsmet’in çayını özleyen tiryakiler düşmeye başladı. Dükkânını açan esnaf, çay üstüne çay istiyor. Çaycı İsmet bir yandan, oğlu diğer yandan çay yetiştirme çabasındalar. İki ayakları bir pabuca girmiş haldeler. Bu esnada çayhanedeki müşterilerden biri çayından birkaç yudum aldı. Çaycı İsmet’e dönüp şöyle dedi: ‒ İsmet abi! Çayını keşke ıcık daha diinendirseydin. Bayram deyi acele ettin elleham? Çaycı İsmet, lahavle çekti. Başını bir o yana, bir bu yana salladı: ‒ He yav, ıcık acele ettim elleham. Gusura galma. Bir daha verim iç; bu da benden olsun… Bir bardak çay doldurup verdi müşteriye. Dönüp yerine giderken de kendi kendine söylendi: ‒ Amanıızın de ben neediyim? Yav orucun birinci günü demlediydim. Ovaadar çayı dökmeye gıyamadım. Tam otuz gündür diineniyor. Adam gakmış ‘çay ıcık daha diinense eyi olurmuş’ diyor, yav. Den baa ben neediyim! (Bu anlatıyı Arif Bilgin, Miktat Özer’den dinlemiş. Konuşma cümleleri Arif Bilgin’den alınma."Elbistanca". Teşekkürler Arif Bilgin.)