Havada uçuşan toz zerreleri zikzak çizerken zihnimin en hassas bölgeleri kıpırdamaya başladı. Dışarda amansız ve sürekli esen rüzgâr, pencereye vuruyor ve rüzgâr; pencereye ıslık çaldırmak suretiyle hâkim olmak istiyordu.

Islık çalan pencere… ve amansız gürültü, iniş-çıkış ve bitmek bilmeyen gelgitli haller.

Düşünmek istiyorum, bunca sese ve yorgunluğa rağmen… Bu bir ‘hiç’ adamın varoluş kavgası, hiçliğin ihtişamı bir nevi… Hiçlik ve ihtişam!

Hiç olan ihtişam sahibi olabilir mi?

Hiç olan varoluş kavgasını kazanabilir mi?

Aklımda deli sorular dalgalanmasına rağmen ve dışarda Hiç Hep’e, Hep Hiç’e meydan savaşı açmış iken düşünmeye çalışıyorum.

Düşünmeye çalıştıkça kelimeler içiyorum.

Hava kelimelerle dolmuş, atmosfer kelime kokuyor. Yüzümde, beynimde ve tenimde kelimeler hissediyorum. Derin izlerin cezbeli ikliminde hayale dalmak gibi çılgınca hislerin peşine düşmekde gelmiyor değil içime.

Hayal kelimelere, kelimeler hiçliğe gebe. Seviyorum bu halleri… Aforizmatik bir o kadar da karizmatik.

Gittikçe ‘hiç’ çukuru derinleşmekte, satır satır aheng kokan satırlarda siliniyor hafızalardan… Her beyti kilometrelik çapta olan bu satırların hafızalardan silinmesi iri ve karanlık demir leblebiler yutturuyor ‘modern’ insana.

Keşke bu kaside çabucak bitmese!..

Kül rengiyle beyazlaşan benizler bu kadar çabuk siyaha mağlup edilmese… Keşke, keşke, keşke.

Her keşke ‘hüzünlü sessizlik’ çocuğunun anasıdır, ‘sessizlik’ ‘keşke’ diyenlerin sığındığı muhkem bir limandır. Belki de ‘hüzünlü sessizlik’ faydalıydı hiçliğe sığınanlar için… Kim bilir?

Hiçliğin gözleri şarap dolu bir kadeh gibidir mağrur ve istekli. Yüreğe döküleceği ânı beklemektedir kadeh… Yavaş yavaş dudaklar hiçlik kadehinden yudumlamaya başladığında, muhabbet-sevgi-aşk üçgeni… Evet evet aşk. Güzel, hoş ve yumuşak bir ‘yakıcı’ özellikle kalbin ortasında beliriverdi.

Sonra…

Hiçin emrindeki kadeh, kalp denilen et parçasıyla konuşmaya başladı.

Kalp sordu: Niçin yaktın?

O cevap verdi: İki üç kelimeyle olmaz. Üç beş cilt kitap yazmam gerekir.

Hiçliğin ihtişamını yaşayan adam ise kulak vermiş dinlemekteydi içindeki sesleri. Bu noktada dış kulaklar kapanmış, tamamıyla iç kulaklar açılmıştır…

Adamın yüzünde derin bir acı belirir, derin ve üzüntülü bir sessizlikte peşinden gelir.

Niçin yaktın?

Sorusunun cevabını hiçlik kadehi nihayet şöyle cevaplar;

-Beni gördüğün için…

Hiçlik sahibine tereddüdün romanını yazdıran kalp sorar tekrar;

-Nerede seni gören gözlerim?

Cevap gelir:

-Her yerinde.

Sonunda hiçliğin adamı üzüntülü ve şaşkın bakışlarla etrafını süzer ve kendini kınayıcı bir hamle ile tekrar kelimelere sığınır.

Sokakta hava açılmıştır artık, bulutlar dağılmış, hatta yağmur sonrası yarı sıcak bir güneş parçası yeryüzünü aydınlığa boğmak üzere semada hazır halde bekler hale gelmiştir. Hava güneşle yıkanmak için can atmaktadır. Tabiat, sessiz ve isyan dolu sessizliğiyle haykırmak istemektedir. Üstelik dünya yumuşak kadife bir etek misali merhamet abidesi kesilmiştir.

Sanki âlemin her bir zerresi hiçliğin kadehiyle sarhoş olmuştur.

Asırlarca toprak üstünde böylesine büyük, muhteşem ve anormal sarhoşluk görülmemiştir.

Bütün göklerin yüceliği, bütün galaksilerin çekiciliği ve bütün güneşlerin sıcaklığı ve aydınlığı hiçliğin kadehine ‘yem’ olmuştur artık.

Herkes her şeye meydan okuyor, bulutlar göklerin bağrında oynayarak birbirinden ayrılıyordu. Güneşin yüzü Doğu’dan değil Batı’dan yükseliyordu. Yolun kenarında güneşi izleyen çocuk turuncu ve nemli ışıkları gördükçe güneşe gülüyordu.

Titremeler artmıştı…

Mevcudât keşmekeş kaynağından iktibaslar yaparak tereddüdün romanını yazmaya başlamıştı.

Şehrin ışıkları yavaş yavaş sönüyor, ağaçlar oksijen aşılamaktan vazgeçmiş görünüyorlardı. Hiçlik hızlıca ihtişamlaşıyordu artık.

Hiçlik heykeli dikilecekti şehrin uğultulu meydanına…

Kuzey veya Güney, Batı veya Doğu… Yönler, şehirler, coğrafyalar… Büsbütün bütün insanlık sözlüğünü yakma kararı aldılar ve tek kelimenin peşine düştüler…

İnsanlık avaz avaz bağırıyor, elde kalan tek kelimesiyle: HİÇLİK!

*