An ve diğer an ya da düşüş. Heranımız bir yalpalama ve düşüşle tamamlanır. Düşüncelerimiz, varlığın yoğun vesoğurucu yok ediciliği karşısındaki devinimimizin ispatıdır. Fiziksel bir düşüşdeğil, bahsettiğimiz. Her ne kadar biz, her türlü kavramı zihnimizdeoluşturduğumuz fiziksel bir dönüşümle, anlaşılabilir formada soksak da buradabahsedilen düşüş, böyle bir düşüş değil. Kesintiye uğrayan bir oluşumun ya dadüşünme düzleminin boşlukta çizdiği, belki bir kavis duraksa, bir enerji yitimiya da güç kaybı bir çeşit duraksama, beraberinde acıyı, buhranı getiren birmed-cezir.
Ve her yeni an, bir öncekininelinden bir şeyler çekip alır ve yaşama dair izler, sağa sola savrulur. Yaşamkarşısında duyduğumuz garip ıstırabın tek sorumlusu belki de bunlardır. Uykuile uyanıklık arasında yaşadığımız o ani düşüşler. Sarı renge baktığımızdazihnimizi uyaran ve bizi uçurumun kenarına yaklaştıran his, sonra hep bir başkadüşüş. Düşmeyi istemeseniz de düşmeme şansınız yoktur.
Desen çalışırken sanırım bu düşmehissinden kurtuluyorum. Çünkü her çizgide kalemin ucuna bıraktığım her iz, anınsorgulayan kıyıcılığının acısını azaltıyor, çünkü kendim ile kurduğum içiletişimi avuçlarımın arasından kayıp gitmesine engel olabiliyorum. Dünyadanuzaklaşıyorum belki, ama kendimle alışverişim artıyor. Bana sorarsanız,düşmeden sonra yaşanan travmanın izleri, desenimdeki dokular. Travmadan sonra,belki kısa bir dinlenmede çıkan istikrarlı bir an parçasının yakalanışı. Peki,kimse hissetmiyor mu düşüşleri? Hissedenler tanımlıyorlar mı yeterince?
Tanrım ne kadar yalnızım, hepimizimilyarlarca kere, milyarlarca anın içine hapsettin ve birbirimizi yaşayamadanölüp ölüp gidiyoruz. İşte şimdi Edvard Munch’un resmini, ‘Çığlık’ resminigörüyorum. İnsanlarla, olaylara sanat eserlerinin gözünden bakan bir düşünceyapısı henüz bahsedildi mi bilmiyorum. Zihninizin derli toplu çalıştığı biranda, rafta dizili irili ufaklı eşyalar görmek ya da büyüyüp, kocaman olupgitmek istediğinizde servi ağaçlarıyla, göllerle dolu bir resim görmek. Birinsanda empresyonistlerin fırça dokunuşlarını hissetmek, dışarıdaki azgın,bozguncu dünyanın varlığını hissettiğiniz bir anda, bir film karesindegördüğünüz bir resim atölyesine sığınmak. Düşüncelerinizi ayıklayabildiğiniztek yer sanatın kollarıysa, sizi hazcı, garip bir köle görenlere, yaşadığınızher anı bir hediye paketi haline getirip vermeye çalışmanın saçma geriliminiyaşamak kadar gülünç bir şey olamaz.
Garip ve sanrılı bir şey, bu hayatve bu gezegende yapılabilecek en akıllıca şey kimisine göre sanat. Bu gezegeninfirarcıları elbette ki sanatçılar. El pençe divan durduğumuz ise biçimtarlalarındaki korkuluklar. Ya bu koyu buraya olmadıysa burada yeşili birazarttırmalı. Şuraya biraz derinlik, biraz gölge. Klasik sanatın bu yönünü sevmiyorum.Bir şeyi tam anlamıyla görünür ve anlaşılabilir kılmak. Bu ne safsata, bu netemelsiz, köksüz şey. Şeytanın sol bacağındaki yarayı yalamak gibi bir şey.
Ne yazık ki bu gezegende, an denenşeyin kırılması yok edilmesi, dönüştürülmesi, değiştirilmesi, Matrix filmindeki gibi ikiye bölünmesi, sürüklenmesi,simgeleştirilmesi, anlatılması, yakalanması, saklanması, ayrıştırılması,değiştirilmesi, geriye alınması, yok edilmesi mümkün değil. Bu imkansızlıklariçinde düş kuran insanın, gerçek sanatı keşfi. Çünkü zaten bizler hepimkansızlıklarla çelişerek kurduk bütün sarayları. Yokuz, hiçiz, şöyleyiz,böyleyiz diye değiştirdik, dünyanın rengini, maviden griye. Ve şimdi nefes almaşansı bile vermek istemiyoruz birbirimize, hani yoktuk, hiçtik, kulduk. Nevaroluşçuluğumuz kaldı ne Müslümanlığımız, ne Yahudiliğimiz, giydiğimiz,çıkardığımız elbisenin sayısını unuttuk.
Kaza süsü vermeye çalıştığımız bir sona doğrukoşuyorsak eğer, anın içinden çıkarıp çıkarıp gösterdiğimiz yılan başımızı bir kaplumbağanın kabuğunun içinesaklanışındaki telaşla içeri çekişimizi, sonra bu çok ağır gibi gelen ama sonsürat yarışımızı. İçindeki ağır, devingen, dış dünyadan beslenmedikçe çıldırıpyok olmaya mahkum yetersiz, puslu, bulanık ruhlarımızı, başkalarının bizde olupda, başkalarında olmayan şeyleri düşünüp, zevkten sarhoşlaşarak geçirdiğimiz anlarımızı, beyin diyetaşıdığımız zavallı et parçasının, o kainata sığdıramadığımız küçük burjuvabedenlerimizi, sahte mutlu sohbet masalarının, zamanın içine yayıp durmayaçalıştığımız gerzek mutluluklarımızı. Arkasına sığınmaktan hiç utanmadığımızyoksunluklarımızı. Ve her an satmaya hazır ve nazır beklediğimiz dostlarımızı.Ya ben körüm ya da bir rüyadayım. Her şeyin üstüne bir etiket yazmaalışkanlığımızı unuttum. Ya gördüklerim sahte ya da lağım akan bu sokaklardagül kokusu alanların her biri bir filozof, ben ağzı bozuk bir yobazım. Ya dasadece çok üzülüyorum ve hırsımı neyden alacağımı bilemiyorum. Ne derdim var,ne tasam, duyarsızlık, vurdum duymazlık deseniz, bende fazlasıyla var.
Bir kağıt parçasının başında unutabiliyorsam her şeyi, birkağıt parçasının üstünde dolaşabiliyorsam kendimi ve tüm dünyayı, ne kadarsahteyim artık bunu anlatmaya, kendi adıma utanırım. İnsanın bu derinsahtekarlığıyla başa çıkabilen, gerçek insandır. Ben bunu yapamıyorum,kendiminkiyle bile bazen zor başa çıkıyorum. Bütün bunlara, ister dışavurumdeyin ister safsata, bu adada benim içintek güzel şey var; anın içinde nefes alan sezgilerim. Bir yudum sudan aldığımders, günün içinden kopup gelen sakin bir an parçası.
Ve öyle bir andan...
Dışavurum bir gösterme biçimidir. Anın taslaklarını yakalamabiçimidir. Yalınlaştırma esasına dayanır ama. Suje etrafı ile kurduğuideolojik, ahlaki, etnik, dini, çevresel ve hatta bedensel bağlardanyalıtıldığı zaman adeta kendi saf nitelikleriyle, paradokslarıyla,alışkanlıklarıyla, duygu dünyasındaki izlerle, aklının aldıkları vealmadıklarıyla baş başa kalır. İç aleminin gösterdiği ve göstermediği oyunları,şaşırtmacaları, varları, yokları, zihninin takıldıkları, takıntıları. Veelbette bunların içinden şekillenmiş biçim, form ve belki renk anlayışı. Ya dadışavurumcu gerçekten bunu yapabilmesine imkân olmasa da sanki böyle bir şeyvarmışçasına kendini şartlandırır ve yaratma denizine kendisini atar vekulacını bu esasa göre ayarlamaya çalışır. Bu aşamadan sonra dışavurumcununbaşlangıçta bir kimlik karmaşası ya da benzeri bir zorluk yaşaması mümkündür.
Kontrollü dışavurum mümkün değildir. Ancak buradan eldeedilecek anahtarlar ve ipuçlarıyla bu işte bir çeşit üslup arayışı ve yol çizmemümkün olacaktır. Dışavurum bir çeşit keşif yolculuğudur. Bireyin sonsuzolmadığının farkına varmasını sağlar. Yani içinde kimi düşünürlerin dediği birbaşka ben var mıdır yok mudur? Dışavurumcu bunun cevabını çoğu zaman bu şekildearar, kendisine ait esas bilgileri elde ettikten sonra yapacağı işlerde yenibir meleke kazanmıştır. Aklı ile ruhunun kesiştiği noktalarda neler olmaktadır.Akıl ile ruh hangi durumlarda önceliklerini sorgulamaktadır. Ve bunungöstergelerini bulur. Bu noktada ne olduğunu anlar ama farkında olmadanizlediği yöntemleri daha zor koşullara dayanmasını gerektirir. Bu, her zamandaha fazla acı, zaman kaybı ve zorlanmadır.
Bu acı, zaman kaybı ve zorlanma bana doğuluların arınmayöntemlerine ulaşmanın ötesinde bir tavır gibi geliyor. Çünkü çok daha fazlayüzleşmeyi, yalnız kalmayı, hatta horlanmayı gerektirir. Batılı insanın bu işiböyle yapmasına hiç şaşmamalı. Kıtaları sömürmeyi bu kadar iyi başaran birtürün kendine yönelik bu sömürmeci tavrı dikkate değer. Doğulu gibi, ‘bir benvar, ben de benden içeri’ deyip işin içinden çıkmamış. Göğüs kafesini sıyırıp,uçmak isteyen duanın tam tersine neşteri atıp, elini böğrüne sokmak gibi birşey bu. Ve sükutu hayale uğramak. Dışavurumcuların resimleri soğuk vesevimsizdir. Dallı güllü, ağaçlı, börtü böcekli uzak doğu sanatı, ağdalı, ağır,tasvirci, örtülü Arap sanatı, fantastik, garip uydurma tatlar taşıyan Hintsanatı, Mısırlının Tanrı kavramında keşfettiği geometrisi ve karşısında ille desalt akıl diyen Batı.
Neşteri böğrüne atıp, içeride ne buldu dersiniz. Bireyinsonsuz olmadığını buldu belki, belki kişiden kişiye değişir bunun gerçeği...