Avrupa’nın fantastik sürrealyapıtlar olarak nitelendirdiği eserleri gerçekte daha çok Meksika sanatının,Pre-Columbia kültürün ve Frida’nın gerçek yaşamının içiçeliğini sergiliyordu.Resimleri gerçeküstü değil aslında tam tersine tümüyle acı ve keskingerçeklikti. Özellikle geç dönem yapıtlarında avrupa sanatının etkileriazalmış, meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik daha çok yer almıştıFrida’nın resimlerinde. Avrupa’nın totaliter akademik sanatı yerine bağımsız birMeksika sanatını kucaklamış ve yaşadığı tüm acıları, hiç yumuşatmadan, korkusuzca, tuvale aktarmayı başarabilmiştir.
Müzik: Billie Holiday( 1915-1959)
Amerikalı caz şarkıcısının hayatıkimilerine göre gerçek bir blues öyküsüydü. Babası gezgin bir müzisyendi. Daha çok küçükken tecavüze uğradı.15 yaşındaçalıştığı genelevinde tutuklandı. Hep yoksul bir hayat sürdü. Annesiyle NewYork’a gittikten sonra yaşamı değişmeye başladı. Çeşitli kulüplerde şarkısöylüyordu artık. Hiç müzik eğitimi almadı, nota bile bilmiyordu. Kısa bir süresonra Benny Goodman’ın topluluğuna girdi. İlk başlarda pek başarılı olamadıfakat bir süre sonra sesi karakterini bulmaya başladı ve çıktığı turnelerdeadını iyiden iyiye duyurdu. Lester Young ona sesini bir enstrüman gibi kullanmayıöğretti. Ve birlikte birçok plak doldurdular.1939 yılındaki “Strange Fruit”şarkısı adeta onu anlatıyordu ve şarkı büyük başarı kazandı. Bu onun ırkçılığakarşı bütün hayatı boyunca sürdürdüğü protestonun bir simgesi gibiydi. Babasınıda ırkçılık yüzünden kaybetmişti. Strange Fruit’de, dışlanmayı, öteki olmayı,ait olamamayı anlattı dinleyenlerine. O hem bir fahişe, hem bir bağımlı, hembir diva, hem de bir tecavüz kurbanıydı. Arkadaki hiçbir ağaca ait olamayan bugarip meyva, tıpkı Billie gibi kargalar tarafından didiklenip sonunda çürüyüpyok oluyor, ölüyordu. Fakat şarkı acımayı değil, tüm bu sorunlara karşı birşeyler yapmayı ve dayanışmayı öğütlüyordu.
“God Bless the Child” şarkısınıkendisi yazdı ve besteledi. (1941) Bu,ekonomik özgürlüğün önemini anlatıyordu ve onu hafızalara kazıyan ikincişarkısıydı. Birçok büyük konserler verdi. Louis Armstrong’la New Orleans adlıbir filmde oynadı. 1956’da Louis Mc Kayle evlendi. Alkol ve eroin bağımlılığıonun peşini hiç bırakmadı. Sağlığı hızla bozuldu. 1959’da son plağını doldurduve siroz hastası olarak yattığı hastanede aynı yıl öldü.
Blues’u konser salonlarına taşıyan,blues dan caza geçişin en büyük seslerindendi. Ama fırtınalı yaşamı sanatındanhep çok daha fazla ve nedensizce ön plana çıkarıldı. Politik mesajları, sesi,tekniği hep arka plandaydı. Mutsuz, parasız, uyuşturucu bağımlısı, zavallı birkadın olarak görülmeye çalışıldı. Oysa Billie o dönem için devrim niteliğindekişarkılarını korkusuzca söyleyen büyük bir sanatçıydı.
Ezildi, horlandı ama caz müziğindeçığır açan bir şarkıcı oldu. Sanatını kullanarak, sınıfsal, ırksal vecinsiyetçi ayırımları protesto etti.
Sinema: Katharine Hepburn (1907- )
Hollywood’un belki de tek feministyıldız oyuncusu Katharine Hepburn’dür dersek yanılmayız herhalde. Bu kadar gözönünde, uzun bir yaşam sürmüş, bir dolu oscar almış bir kadın sanatçı olarak,Hepburn hiç bir zaman boyun eğmedi ve hiç yumuşamadı söylemlerinde.
12 kez oscara aday olup 4’ünükazandı. İlk oscarı ile sonuncusu arasında 50 yıl vardı. Katharine, varlıklıbir aileden geliyordu. Annesi de bir feministti ve düzenlediği dösterilerdeküçük Kate’de roller veriyordu. Kate, özel okullardan sonra tiyatroya başladı.Çok zayıftı ve kemikliydi, giyim tarzı da hayli ilgi çekiyordu. Kariyerinin ilkzamanlarında bile makyajla ve yeni giysilerle ona yeni bir kimlik kazandırmayaçalışanlara hep kafa tuttu. Daha üçüncü filminde (Morning Glory) oscar aldı.Yaptığı bütün filmlerde, Hepburn, sıradan aşk filmleride dahil, hep çokkişilikli, ö ncü kadın tipleri çizdi ya da öyle yorumladı. Hiçbir zamanHollywood yasalarına boyun eğmedi. Alışıla gelen estetik yargıların tersinesert fiziğini güçlü oyunculuğu ile bir artı haline getirmeyi kolaylıklabaşardı. Dışarıda da çok sıradan ve rahat giyinirdi; bol pantolonlar, rahatayakkabılar, yapılı olmayan saçlar. Bu görüntüsü Hollywood yıldızlarına hiç mihiç benzemiyor, herkes tarafından eleştiriliyordu. Humpry Bogart onun içinşöyle diyordu: “Nasıl gözüktüğüne hiç aldırmıyor ve bir karakter oluşturmayaçalışmıyor, çünkü o zaten tam bir karakter.”
Erkeklere, kurallara, topluma meydanokudu, ünlü yönetmenlere kafa tuttu hatta onlara işlerini öğretmeye kalktı.Güzel ve bakımlı görünmeye hiç önem vermedi. Hiç evlenmedi ve evliliğeinanmadığını daha o yıllarda söylemekten hiç çekinmedi. Sürekli Hollywood’urahatsız etti ama sonunda herkes onun iradesine saygı duydu.1940’lardaHollywood’dan kopup Broadway’e yöneldi. Oyunlarının tüm haklarını satın aldı vebaşarısını Hollywood’a kaptırmayacak kadar zeki olduğunu herkese gösterdi. Tekrarfilm setlerine döndüğünde Spencer Tracy ile tanıştı. Aralarındaki dostluk,sevgililik ve iş arkadaşlığı Spencer Tracy’nin ölümüne dek sürdü.
Kate, 1950’lerde ki daha yaşlanmışgörüntüsüyle de devrimciydi. Taş bebek olma zorunluluğunu alaşağı etti ve eniyi filmlerini bu ve daha ileriki yaşlarında yaptı.
60’larda bir süre tekrar tiyatroyayaptı fakat sinemaya yine iki oscarla döndü; “Guess Who’s Coming To Dinner” ve“ The Lion in Winter”. 70’lerde pek iş yapmadı ama 1981 de, 75 yaşındayken biroscar daha kucakladı, Altın Gölün Üstünde filmiyle. İlerleyen parkinsonhastalığı bile onu sahnelerden ve setlerden indirmedi. Son zamanlarını dahayanlız geçirdi. Bir röportajında şöyle diyordu: “Eski bir anıt gibi saygıgörüyorum. Ama hala kendi kaderimin sahibi benim. İçinde bulunduğum tekne minikbir sandal olabilir, ama kürekler hala bende.”
Sanatın Kadın Yüzleri
* Dört farklı dönemden kadınportreleri; sanattaki kadın yüzlerinin farklılaşan temsilleri.
Leonardo Da Vinci: Monalisa
Pablo Picasso: Weeping Head
Andy Warhol: Marilyn Monroe